İslam’ın Tarih Perspektifi
Tarih bir milletin hafızasıdır
Büyük âlim, İmam Şafiî rahmetullahi aleyhinin az bilinen bir özlü sözü vardır; “Tarih okuyanın aklı çoğalır.”
Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü olması münasebetiyle Mart ayı, yakın tarihimizin gündeme geldiği bir dönemdir. Bizler tarihinden koparılmış bir toplum olarak, ancak bazı sembolleşmiş tarihi hadiseler vesilesiyle geçmişte olup bitenlere ilgi gösteririz. O da bir mevsimdir, gelir geçer.
Halbuki “Tarih bir milletin hafızasıdır” demişler. Tarihini bilmeyen bir ümmet, hafızasını kaybetmiş insan gibidir; kendisinin kim olduğunu, dostunu, düşmanını, hayata nasıl bakması gerektiğini, meselelerini nasıl çözebileceğini bilmez. Çünkü nasıl ki bir insanın kimliği ve kişiliği, gençliğinden bu yana devam ettirdiği hayat görüşüyle şekilleniyorsa bir toplumun da kimliği, tarihiyle birlikte ortaya çıkar. Bu sebeple İmam Şafiî’nin dediği gibi, tarih okumak insanın aklını çoğaltır; zira bir harita sunar, yol gösterir. Ancak elbette tarihi doğru kaynaklardan okumak şartıyla…
İnsanoğlunun incelediği ilim dallarından, en çok felsefe ve ideoloji yorumlarının karıştırılmasına en müsait olanları beşeri bilimler ve bilhassa tarihtir. Tarih ilmi, her ne kadar geçmişte olan hadiselerin aktarımında objektif olmaya çalışsa da ister istemez, tarih yazarının dünya görüşünü yansıtır. Mesela maddeci dünya görüşü, insanlık tarihini sırf maddi kaynakları ele geçirme mücadelesinden ibaret görür. Böyle bir bakış açısına sahip olan tarih yazarlarının kaleminden İslam tarihini okuyanlar, asla mukaddes diyarları, Hac yolunu ve Ümmetin birliğini, beraberliğini muhafaza etmek için yapılan fedakârlıkları anlayamaz. Anlamadıkları için de görmezden gelir veya bu hassasiyetleri küçümseme yoluna giderler.
Bu sebeple Müslümanların tarihe bakışı, kendi dünya görüşlerine uygun olmak zorundadır. Mesela insanların çoğu, tarih denilince kendi kavminin yüceltildiği bir tarih okumasını anlar. Elbette insan fıtrat olarak kendi ana babasını, akrabasını nasıl seviyorsa, ecdadını ve milletini de sevmeye eğilimlidir. Bilhassa ecdadı hak davaya, Hakk’ın dinine hizmet ederek yücelmişse…
Dünyaya adaletiyle ve insanca medeniyetiyle nam salmış bir toplumun tarihini, biraz destan tadında okuması da anlayışla karşılanabilir bir durumdur. Hele de, dili, alfabesi değiştirilerek tarihinden koparılmaya çalışılmışsa, ecdadına küfreden bir resmî tarih okumaya zorlanmışsa buna tepki ve telafi niyetiyle, tarihini biraz yücelten bir gözlükle okumasını anlamak zor olmasa gerektir. Fakat bu gerçeğin bizi Ku’ran-ı Kerim’in öğrettiği, tarih tefekkürü anlayışından koparmasına da izin vermemek gerekir.
Kur’an-ı Kerim’i okuduğumuz zaman, büyük bir bölümünün kıssalardan teşekkül ettiğini görürüz. Ku’ran-ı Kerim’de kıssa anlatma metoduna başvurulmuş olması, hiç kuşkusuz insan yaratılışına çok uygundur. Çünkü insan geçmişte yaşayan insanlarla, bilhassa kendi atalarıyla aidiyet bağı kurar; onların devamı olarak aynı vazifeyi sürdürme, aynı bayrağı devralıp ileri götürme isteği duyar.
İnsanoğlunun bu dünyada yaşadığı fani hayata anlam yüklemesi, ancak bir devamlılık fikriyle mümkün olur. Sanki fertler, milletlerin nabzı gibidir. Fert olarak insan geçicidir, ama aynı duyguyla çarpan yürekler, aynı acılarla yanan sineler, aynı gayeye adanan ruhlar, sanki ölümsüz gibidir. Sonu ölümsüz bir âleme uzanacak olan manalı bir hayat, ancak böyle bir ruhla yaşanabilir.
Sanki birbiri ardınca gelen nesillerle oluşan iman ehli ailesi, elest bezminde doğan ve kıyamete kadar, yeryüzünde Allah’a kul olma ahdini tutmak için bir bayrak yarışını devam ettiren dava arkadaşlarıdır.
Peygamberler, bu büyük davanın öncüleri, rehberleri ve muallimleridir. Onlar ve onların başından geçen haller, bize en büyük ibrettir. Kıyamete kadar gelecek hadiselerde ümmetin en büyük dayanağı ve maneviyat kaynağı, Ku’ran’da kıssaları anlatılan geçmiş Peygamberlerin halleridir.
Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Âdem’den bu yana insanlık tarihinin önemli kilometre taşlarını işaretleyerek bize bir yol haritası çizer. Modern tarih gibi, rakamlara, isimlere ve benzeri detaylara dikkati dağıtmaz; sadece zaman ne kadar değişirse değişsin, değişmeyecek iman küfür mücadelesine vurgu yapar.
Firavunun adı, yaşadığı tarih, hangi savaşları yaptığı önemli değildir, onun gibi niceleri gelip geçmiştir, asıl olan onun imanda öncü olmayı reddedip mani olmayı tercih edişidir. Bu onu küfrün, kör inadın, dünyevi imkânlarla şımarıp kibirlenmenin bir simgesi yapmıştır. Bu simge her çağda farklı simalarda kendini tekrar ortaya koyacaktır, çünkü insanın nefsinde değişmeyen şeyler vardır ve her çağda yeni şekillere bürünerek ortaya çıkacaktır.
Firavunun karşısına çıkıp hakka davet etme cesareti gösteren Musa aleyhisselam ise Allah’ın bize örnek gösterdiği kahramandır. Bebekleri katletmekten çekinmeyen bir zalimin karışsına çıkıp, “Sen kavminin Rabbi değil, beni Peygamber olarak seçen Rabbimin kulusun” diyebilmek… Musa kelimullah, Allah ile konuşan Peygamber ve Allah’ın yeryüzünde konuşan sesi olan Peygamberi…
Allah’ın davetini insanlara duyurma davasına kendini feda eden herkes için bir modeldir Hz. Musa aleyhisselam… Bu sebeple Ku’ran-ı Kerim’de onun kıssası geniş bir biçimde anlatılır. Peygamberimiz ve Sahabe-i kiramın şahsında bütün Ümmet-i Muhammed’e, kıyamete kadar karşılaşacağı bütün firavunlar karşısında nasıl dik durulacağının, nasıl sabırla mücadeleye devam edileceğinin kıssası nakledilir.
Ku’ran-ı Kerim, diğer Peygamberlerle birlikte en çok son Peygamber, Efendimiz aleyhissalatu vesselamın hayatını ve mücadelesini nakleder; hem de içerden bir dille, rehberlik ettiği ayetlerle… Siyer-i Nebi ile Kur’an tefsirinin ayrılmaz bir bütün olarak Peygamberimizin kulluğu, mücadelesi ve hayat tarzı hakkında bilgi vermesi, ümmetin, tarihe bakışını biçimlendirmeyi hedefler.
İslam’ın tarih perspektifi
Ümmetin birlik ve beraberliği ancak tarihteki en önemli asır, model alınacak devir, eskimez bir dava için yeni bir milat olarak Asr-ı Saadeti kabul etmekle mümkündür. Eğer dünyadaki iki milyar Müslüman, İslam’ın tarih perspektifini, kavmiyetçi resmi tarih algısının üzerinde bir noktaya çıkarabilecek olsa birlik olmalarının önünde bir engel kalmaz.
Dikkat edilirse bugün ümmetin en büyük sıkıntısı da gerek İslam tarihine, gerek yakın tarihe ortak bir bakış geliştirememekten kaynaklanmaktadır. Eğer her bir fırkanın, İslam tarihindeki olayları kendi görüşlerine göre okuma, fanatikçe ve subjektif yorumlarla aşırı uçlara çekme anlayışı devam ederse meselelerin çözülmesi mümkün olmayacaktır. Hâlbuki Ku’ran-ı Kerim bize tarihe bakarken asla unutmamız gereken bir hakikati sık sık hatırlatır: “Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların kazandıkları onlara, sizin kazandığınız size; siz onların yaptıklarından sorulacak değilsiniz.” (Bakara; 134,141)
Allah-u Zülcelâl, bu ayeti tam da geçmiş Peygamberlerin muvahhit olarak, Allah’a teslim olmuş güzel kullar olarak yaşayıp geçtiğini anlattıktan sonra zikreder. Bu siyak sibak münasebeti, geçmişlerle övünmenin bir faydası olmadığını da düşündürmekte, ama onların faydasının ancak onların izinden gitmekle görülebileceğine işaret etmektedir.
Kendilerine kitap verilmiş olmasından dolayı, Allah’ın seçkin bir kavmi olduklarını ileri süren İsrailoğullarının şahsında hepimize yapılmış bir ikazdır bu. Onlar bu zihniyetleri sebebiyle kendilerinden olmayan kavimlere karşı yapacakları zulümden sorumlu olmayacaklarını zannediyorlardı, çünkü Allah’a karşı sevgili olduklarını zannediyorlardı. Ku’ran-ı Kerim’de, Allah’ın ancak takva sahiplerini sevdiğine işaret edilir: “Kitap ehlinden öyle kimseler var ki; ona kantar kantar (altın) emanet etsen onu sana iade eder. Ve yine onlardan öyle kimseler var ki; eğer ona bir dinar emanet versen başında devamlı dikilmedikçe onu sana iade etmez. Bu onların: “Ümmiler hakkında bizim üzerimize bir yol (sorumluluk) yoktur.” demelerindendir. Allah’a karşı bilerek yalan söylüyorlar. Hayır, öyle değil. Kim ahdine vefa eder ve Allah’tan sakınırsa bilsin ki gerçekten de Allah sakınanları sever.”(Âl-i İmrân; 75-76)
Bu ayetler, görünüşte Ehl-i Kitaba inmiş olsa da hepimizi ilgilendirir. Ecdadımızın geçmişte Allah’ın dinine hizmet etmiş olması, bize herhangi bir imtiyaz kazandırmaz. Bizler ancak onların kulluğunu, takvasını, adaletini merhametini benimseyip aynı yoldan yürürsek bir değer kazanabiliriz.
Tarih okumalarının gayesi
Demek ki, tarihimizi öğrenmenin gayesi, tarihi yüceltip, geçmişteki büyük insanların destanları ve menkıbeleriyle avunmak değildir. Geçmişle avunmak, atalarla övünmek, tarihi hadiselerin körü körüne savunmasını yapmak bizi gerçeklerden koparır.
Buna mukabil tarih okumalarının gayesi, tarihi ve geçmişteki kişileri kötüleyip, lanetlemek, bir nefret objesi haline getirmek de değildir. Elbette tarihte tertemiz simalar ile simsiyah çehreler olduğu gibi, nispeten gri ve tartışmalı şahıslar, sebepleri çok basite indirgenemeyecek olaylar ve girift meseleler de olacaktır. Onların hükmünü Allah verecektir, bize düşen ibret almak, hataların sebeplerini din ve hikmet rehberliğinde tespit edip, tekerrür etmemesine gayret etmektir.
Tarihe bakarken, mümkün olduğunca hepimiz için rehberliği tartışmasız olan şahısların sevgilerinde birleşmeli, ortak duygu ve düşünceleri çoğaltacak mutedil bir metot takip etmeliyiz.
Müslümana yakışan tarih okuması, ne geçmişin kuru kuruya kronolojik dökümü, ne de masal âlemi tadında bir efsanevi kurgu olabilir. Müslüman, tarihi de sağduyulu ve samimi bir hakikat arayışıyla okumalı; dürüst bir akıl, temiz bir vicdanla, çarpıtmalardan uzak bir okuma yapmalıdır. Çünkü tarih sadece hadiselerin birbiri ardınca gelmesinden ibaret değildir.
Tarih felsefesinin ve sosyoloji ilminin kurucusu kabul edilen İbn Haldun, tarih ilmi hakkında şöyle der: “Zahiren geçmişten, devletlerden ve önceki çağlarda meydana gelen hadiselerden haber veren bir ilim; batınen ise bir bakış ve incelemedir. Kâinatın varoluş sebeplerinin ortaya konmasıdır. Kâinatın ilkelerinin gerçek yönleriyle bilinmesi, olayların nitelik ve sebeplerinin ayrıntılarıyla öğrenilmesidir.”
Bugün ümmetin kendi medeniyetini inşa etmesi için, kendine ait değerler sistemini kurması ve insanın yeryüzünde bulunuş gayesine en uygun usulleri geliştirerek o gayeyi gerçekleştirmesi için geçmişin tutarlı bir devamı olan, bir gelecek kurgulaması gerekmektedir. Bunun için de, geçmişin en doğru şekilde okunması elzemdir.