Kur’an ‘Zikr’i Nasıl Anlatıyor?
Hakka âşık olanlar, zikrullahtan kaçar mı?
Arif olan cevherin boş yere saçar mı?
Gelsün marifet alan, yoktur sözümde yalan
Emmare’ye kul olan, hayrı şerri seçer mi?
Bir an zikirden
geri kalmayanlar
Yukarıdaki beyitler, bir büyük Hak aşığına ait…
“Padişahların Hocası” ünvanına (Hace-i Sultani) sahip Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerini yetiştirme şerefine nail olmuş, bir büyük Hak aşığının beyitleri, Hz. Üftade’nin…
Dilimiz döndüğünce, Hz. Üftade ve diğer büyüklerin Hakka âşık olmanın alameti saydığı, ‘zikrullah’tan bahsedeceğiz bu yazımızda.
“Zikr” kelimesi, lügatte; anmak, ezberlemek, beyan etmek, hatırlamak, bildirmek ve öğüt manalarına gelir. Dini ıstılahta, Kuran ve Namaz anlamlarına da gelmektedir. Ancak tasavvufi bir terim olarak, Allah’ın Esma’ü-l Hüsna’sını tekrar ederek; murakabe ve tefekkür etme anlamında kullanılmıştır.
“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve ‘Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru.’ derler.” (Âl-i İmran; 191)
Ömer Nasuhi Bilmen Hazretlerinin bildirdiğine göre, bu ayette kastedilen “Ulu’l-Elbab” olarak isimlendirilenler, tam akıl sahibi kişilerdir.
Allah’ın eserlerini düşünmek (tefekkür/murakabe) kalplerden gafleti giderir, vicdanları aydınlatır, Allah korkusunu ve Allah sevgisini artırır. Kalpler Allah’ın zikriyle yatıştığı ve Allah esması onların bütün letaiflerini işgal ettiği için tüm hallerinde O’nu anmaktan gafil olmazlar. (1)
Elmalılı Hamdi Efendi ise tam akıl sahiplerinin kalplerinin zikirden başka bir şey ile itminana ermemesi nedeniyle, hiçbir an zikrullahtan gafil olmadıklarını ve “Ulu’l-Elbab’ın” murakabe ve müstağrak bir halde zikre devam ettiklerini beyan etmektedir.
Bu ayetin tefsirinde kimi müfessirler; ayakta namaz kılmaya gücü yetemeyen oturarak, oturarak namaz kılmaya gücü yetmeyenin de uzandığı yerde işaretle namaz kılmasını delil getirmişlerse de İmam-ı Taberi; “Ayakta, otururken ve yatarken ki zikretmekten maksat hem namazda hem namaz dışında hem de Kuran okurken anmak demektir.” buyurmaktadır. (2)
“Çokça zikredin ki
kurtuluşa eresiniz!”
“Ey iman edenler, bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman, sebat edin ve Allah’ı çokça zikredin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Enfal; 45)
Allah’ı kalple ve dille çokça zikretmek, hem nusret-i ilahiyi, yani Allah’ın yardımını celb edeceği gibi hem de kişinin kendine güvenini artıracaktır. “Zikr’ kelimesinden murat olunan, Kuran okumak ve namaz kılmaktır” diyenler, maalesef bu ayet-i celileyi görmezden gelmektedirler.
Müfessirlerin beyanı ve akl-ı selim sahipleri düşman ile karşılaşıldığında; düşmanların müminlerin namaz kılmalarına müsaade etmeyeceklerini bilirler. Ayet-i celilede zikirden maksat, kalp ve dil ile yapılan Esma’ü-l Hüsna’yı anmaktan ibarettir.
Bu hususta Katade rahmetullahi aleyh diyor ki: “Allah sizlere kılıçlarla vuruştuğunuz, en çok meşgul olduğunuz hallerde bile başarıya ulaşmanız için kendisini anmanızı farz kılmıştır.” (3)
Kalp huzuru
ancak zikirledir
“(Onlar) O zâtlardır ki, Allah’ın zikriyle kalpleri mutmain olduğu halde iman etmişlerdir. Haberiniz olsun ki, Allah’ın zikriyle kalpler ancak mutmain olur.” (Rad; 28)
Kalplerin mutmain olması, huzur ve sekinete ermesi, ancak ve ancak Allah’ın zikriyle mümkündür. Dünya endişesi ve rızk telaşesi gibi kişinin kalbini gaflete ve tabii olarak da günah ve nisyana sürükleyecek her türlü vesvese ve kuruntular, ancak Allah’ın zikriyle aşılabilir. Kalbini ancak bu tür endişelerden arındırmış kişilerin kalbine iman nuru yerleşir. İman, yakin halini alır.
Bahse konu olan ayet-i kerimelere dikkat edilirse, kalbin sekinete kavuşmasının yolu, iman etmekten ve Allah’ın zikretmekten geçmektedir. Buradaki ‘zikr’ Esmaü’l Hüsna’yı anmak olduğu gibi; tefekkür ve murakebe yapmak olarak da tefsir edilmiştir.
Bugün, Batılı insanların psikolog ve psikiyatristlere oluk oluk para akıtmalarının sebebi de kalplerinin huzur bulmamasıdır. Tüm çabalarına rağmen, müslümanlardaki huzur ve kalp ferahlığını yakalayamamakta; kullandıkları ilaçlar ve terapi yöntemleri işe yaramamaktadır.
Bu ayet-i celileden de anlamaktayız ki iman etmiş bir müminin psikolojik bir rahatsızlığa yakalanması, çoğu defa Allah’ın zikrinden yüz çevirip gafil bir kalbe sahip olması nedeniyledir.
“Namaz kılınınca, artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Cuma; 10)
Zikrin en şamil manalarından birisi de bu ayette ifade edildiği üzere, kalp ve bedenen tüm azaların Allah’ın emir ve yasaklarına uyması, günah ve haramlardan kaçıp, farzlara devam etmesidir.
Başka bir ifadeyle, hayatın her anında, Allah’ın an be an kendisini ve işlediği fiilleri gördüğünü ve bildiğini hatırdan çıkarmamaktır. Nitekim Saîd b. Cübeyr şöyle der: “Allah’ı zikir demek, O’na itaat etmek demektir. Allah’a itaat eden O’nu zikretmiş olur. İtaat etmeyen, çokça teşbih çekse bile. Onu zikretmiş sayılmaz.” (4)
“Günah işlediklerinde de
Allah’ı zikrederler”
“Ve öyle zatlar ki, bir büyük günah yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah Teâlâ’yı zikrederler, hemen günahları için istiğfarda bulunurlar. Ve kimdir Allah Teâlâ’dan başka günahları mağfiret eden? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.” (Ali İmran; 135)
Takva ehli öyle bir halet-i ruhiyeye sahiptir ki; işledikleri günahlardan ötürü gazab-ı ilahiyi gayrete getirmekten korkarak ve Allah’tan hayâ ederek istiğfar ederler. Cenab-ı Allah’tan af ve merhamet dilerler ve günahlarında ısrar etmezler. (5)
Mağfiret; yani Allah’ın tövbeleri kabul etmesi ve günahları affetmesi; O’nun lütfunun, kereminin ve rahmetinin bir göstergesidir. Cenab-ı Allah, dilerse tüm günahları bağışlar. Ancak şirk müstesna: “Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Fakat bundan başka, bunu (günahı) dilediğine bağışlar.” (Nisa; 48”
Bu ayet-i celileden alacağımız en büyük ders ise şudur; bir günah işlediğimizde, asla ümitsizliğe kapılmadan, derhal Allah’ı zikrederek tövbe ve istiğfara sarılmak, ahdimizi tazeleyerek günahta ısrar etmemek. Nitekim Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmış, gazabını aşmıştır.
Şeytan zikirden
alıkoyar!
“Şüphe yok ki şeytan, aranıza ancak içki ile kumar ile adavet düşürmeyi ve sizi Allah Teâlâ’nın zikrinden ve namazdan alıkoymayı ister. Artık siz vazgeçtiniz değil mi?” (Maide; 91)
İçki ve kumarın, kurdun sapasağlam ağacı kemirmesi gibi ferdi, ailevi ve toplumsal yaşantımızı kemirip tükettiği, maalesef hepimizin malumudur. Kumar yüzünden dağılan aileler, yıkılan yuvalar, işlenen cinayetler, içki yüzünden meydana gelen elim hadiseler, her gün gazete sayfalarında ve televizyonlarda yer almaktadır. Tabiri caizse, bugün için bu tür hadiseler sıradan bir olay haline gelmiştir.
Ancak, ayet-i celilede dikkat buyrulduğu gibi şeytan insanı iki şeyden alıkoymak ister; birincisi, kulu gaflete düşürerek zikrullahtan gaflete düşürmeye; ikincisi de kalbi dünyevi meselelerle bağlayarak, namazdan uzaklaştırmaya çalışır.
Nitekim İmam-ı Azam Hazretleri “Namaz kılmayan kâfir değildir, ancak, kâfirler namaz kılmaz.” Buyurarak, namazın ehemmiyetini göstermektedir.
“Rabbini gönülden yalvararak, gizlice ve sessizce sabah akşam an; gafillerden olma.” (Araf; 205)
Bir tazarru ile kalben ve ancak kişinin kendi işitebileceği bir sesle Mevla Teala’yı anması, acz ve fakr içinde olduğunu bilerek O’dan gafil olmaması gerekmektedir.
Bu hususta Ebu Hureyre radıyallahu anh Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Kulum beni nasıl zannederse (ona karşı) ben öyleyim. O beni andığı zaman, ben onunla beraberim. Eğer beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. Eğer beni bir topluluğun içinde anarsa ben de onu, o topluluktan daha hayırlı bir topluluğun içinde anarım. Eğer kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşacak olursa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Eğer o bana yürüyerek gelecek olursa ben ona koşarak varırım.” (6)
Notlar: 1-Muhammed Ali Es-Sabuni; Safvetü’t-Tefasir, 1/476. 2-Taberi Tefsiri, 2/423. 3-Taberi Tefsiri, 4/226. 4-Beyzâvî Haşiyesi, 3/496. 5-Ehl-i Sünnet itikadına göre, günahtan korunmuş yani, ‘masum’ olanlar, ancak peygamberan-ı kiramdır. Peygamberler ‘ismet’ sıfatına yani, günahtan hususi korunmuşluk sıfatına haizdirler. 6- Buhari, Tevhid, 15.