NEFSİN TEZKİYESİNDE MÜRŞİDİN ÖNEMİ
Tasavvufi terbiye ihtiyaç mı?
Mürşide ihtiyaç, tasavvufa ve tasavvufi terbiyeye ihtiyaç ile ilişkili olduğu için konuya, “Tasavvufi terbiyeye ihtiyaç var mıdır?” sorusuyla başlamak gerekir.
İslam’ın namaz, oruç, zekât ve günahları terk etmek gibi zahirî emirlerinin yanısıra; Allah’a şükretmek, ihlas, kibirlenmemek ve tevazu gibi batınî (kalple ilgili) emirleri de vardır. Tasavvuf, hayatın bu ikinci cephesi için bir idmandır. Mesela namazın kılınış şekli ile ilgili hükümler fıkhın konusuna girerken, onu huşu’ ve ihlas ile kılmak tasavvuf kitaplarında konu edilir.
Bununla birlikte huşu’ ve ihlasın, namazın diğer rükünlerinden daha önemsiz olduğunu kimse iddia edemez. Zira Cenab-ı Hak: “Namazlarında huşu’ içinde olan müminler kurtuluşu ermişlerdir” (Mü’minün; 1-2) buyururken, münafıklar hakkında: “Namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar” (en-Nisa, 4/142) diyerek konunun nezaketine işaret etmiştir.
Huşu’ ve ihlas, ibadetlerin batınî farzı olduğuna göre, bunu elde etmenin yollarını aramak da her müslümana farzdır.
Diğer taraftan Hak Tealâ kalbimizden kötü huyları ve manevî hastalıkları çıkarmamızı istemekte ve “Nefsini kötülüklerden arındıran kişi kurtuluşa ermiştir” (eş-Şems; 9) buyurmaktadır.
Tezkiye ve tahalluk konuları
ve mürşid meselesi
Kin, hased, riya (gösteriş yapmak), kendini beğenmek, dünya sevgisi, makam sevgisi gibi kötü huylardan, diğer ifadesiyle kalp hastalıklarından temizlenmek ve tevazu, hilm, merhamet gibi güzel huylarla bezenmek; zühd ve ihlas üzere yaşamak her müslümanın vazifesidir. Bunların emir ve muradı ilahî olduğunu ifade eden birçok ayet ve hadis vardır.
Istılah yönünden kötü huylardan temizlenmeye tezkiye, güzel huylarla bezenmeye de tahalluk denir. Bunların da usul ve metodlarını en iyi işleyen eserler tasavvufi eserlerdir. Mesela Gazalî, kendini beğenme (ucb) hastalığına tutulmuş bir insana, yaşlandığında saçlarının döküleceğini, derisinin buruşacağını, şu anda da burun, mide ve barsaklarında birçok çirkin şeyin olduğunu düşünmesini tavsiye ederek, ucbu tedavi konusunda ilginç bir yol göstermektedir.
Tasavvufun genişçe ele aldığı tezkiye ve tahalluk konularının her Müslüman tarafından öğrenilip hayata geçirilmesi zarurîdir. Zaten bu konuda hemen herkes müttefiktir. Yani, adı başka türlü konsa bile, tasavvufî terbiyenin bir ihtiyaç olduğu muhakkaktır.
İttifak edilemeyen ve İslam tarihinde de tartışılmış olan konu “Tasavvufun tezkiye ve tahalluk metodlarını öğrenmek için tasavvufi eserler okumak yeterli midir, yoksa bizzat bir mürşidin sohbetine iştirak edip dizinin dibinde oturmak mı gerekir?” meselesidir.
İbn Haldun bu konuda “Takva mücahedesinde şeyh zarurî değildir ama keşf mücahedesinde zarurîdir” kanaatine varmıştır. Oysa takva ve tezkiye genelde peşinden keşfi getirmektedir. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kaldı ki, takva mücahedesinde de, salike hatalarını söyleyip doğru yolu gösterecek bir terbiyeci çok mühimdir. Zira insan, kendi hatalarını çoğu zaman görmez ya da görmek istemez.
Binaenaleyh şöyle bir netîce muhtemelen daha isabetlidir: “Şayet bir devirde ve bölgede gerçek bir şeyh bulunamazsa, tasavvufî kitaplar okumakla yetinilebilir. Ancak o devirde gerçek bir mürşid varsa onun sohbet ve terbiyesine girmek daha faydalıdır.” Bu noktada mürşidin lüzumuyla ilgili tarihte ve günümüzde birçok şeyler söylenmiştir. Bunları dört madde halinde özetleyebiliriz:
Mürşidin elzemliği noktasında dört mesele
- Nefsi terbiye ve tezkiye için mürşidin ikazları ve tavsiyeleri çok önemlidir. Profesör Abdülbarî en-Nedvî bu konuda şöyle demektedir: “Batınî hayatın hastalıklarını, nefsin noksanlarını emin olun ki çok az insan bilmektedir. Bu hastalıklar teşhis edildiği ve noksanlıklar anlaşıldığı zaman da bunların tedavi yollarını ve ıslah çarelerini yine çok az insan bilecektir. Faraza tedavi usulleri bilinse ve ıslah çareleri anlaşılsa bile, bu takdirde işin uçunda nefisle çarpışma olduğu için, bu iş yine de zor gelecektir. Bu noktada insan-ı kâmile, olgun bir şeyhe ihtiyaç duyulacaktır. Zira kâmil insan bunları iyice öğrendikten ve derinliğine nüfuz ettikten sonra, çilesini çektiği bu işleri mürîde de adıyla sanıyla bildirmeye memur insan demektir.
O, bu hastalıkların teşhisini yaptıktan sonra reçetesini yazar ve tedavi çarelerini haber verir… İnsan kendi hastalığını çoğu kez teşhis edemez. Etse bile, acı şurup içmek nefsine zor geldiği için kaçamak yollara tevessül edebilir. Bu noktada hâzik (mütahassıs, sahasında uzman) bir doktorun tavsiyelerine ihtiyaç olduğu gibi, ma’nevî hastalıkların tedavisinde de ehil bir mürşide müracaat gereklidir.”
2.Ruhi tecrübelerin aktarılması pratiklik ve zamandan tasarruf sağlar. Kitaptan okuyarak aşçılık öğrenilemez. Yemek yapılsa bile çok malzeme ve zaman zayiatı olur. Keza marangozluk, kıraat ilmi ve tasavvuf da böyledir.
Profesör Muhammed Hamîdullah bu konuda şöyle demektedir: “Ferdde devamlı bir inkişaf ve daimî bir tekâmül vardır. Mürşid, bizi lüzumsuz birçok gayretlerden kurtarır. Eğer mazînin tecrübesinden istifade edilmeyecek olsaydı ve her yeni doğan, her şeye yeni baştan başlamak zorunda kalsaydı, ferd böylece kendi bilgisine müracaata mecbur bulunsaydı, ecdadımızın üstüste birikmiş bilgileri demek olan kültür ve medeniyet olmazdı…”
Tasavvuf klasiklerinde Sehi b. Abdullah Tüsterî kuddise sirruhunun, henüz küçük bir çocuk iken gece zikir ve evrad ile meşgul olan dayısını seyrettiği, dayısının ona “Allah beni görüyor, biliyor” anlamına gelen bir virdi tavsiye ettiği ve buna devam eden Sehl’in bir süre sonra kalp ve ruhunda tatlılık hissettiği nakledilir. Demek ki dayısı ya da önceki süfîler, deneme yanılma yoluyla bu şekilde vird okumanın faydasını tesbît etmişler ve bu ruhî tecrübelerini genç Sehl’e ve diğer sufîlere aktarmışlardır.
Yine tasavvuf klasiklerinde Cüneyd Bağdadî kuddise sirruhun bir mürîdini cinlerin bir süre kandırdığı, mürîd aldatıldığının farkında değilken Cüneyd’in meseleyi anlayıp mürîdini bu durumdan kurtardığı nakledilir. Yani olumlu ve olumsuz durumlarda şeyhin tecrübelerinden faydalanmak birçok konuda pratiklik sağlar ve zaman kaybını önler.
- Mürşid ile sohbette feyz alış verişi olur. Abdülbarî en-Nedvî rahmetullahi aleyh şöyle diyor: “Eğer sadece ilim, insanların kadr ü kıymetinin yüksekliğine ve kişinin Allah’a yakınlığına kafî gelseydi, eğer sadece ilim dinin ikmaline, halkın ıslahına yeterli olmuş olsaydı, İslam’da en büyük paye ve en yüksek mevki sahabenin olmamış olurdu.”
Ömrünü ibadetlerle geçiren bir insan bile, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ile beş dakika sohbet eden sahabînin derecesine ulaşamıyorsa, bu sohbette farklı bir özellik var demektir. O da feyz alış verişidir. Ve esasen bu feyz kesilmiş değildir. Peygamberlerin manevî varisleri olan gerçek âlim ve velîlerin sohbetlerinde bu feyzin bir numunesi devam etmektedir. İnsanı manen olgunlaştıran unsurların önde gelenlerinden biri de işte bu feyzdir.
Ayrıca bu çerçevede, salihlerle beraber olmayı emreden ayet ve hadisleri de hatırlamak gerekir. Zîra insan, sohbet ettiği, arkadaş olduğu insanlarla bir süre sonra aynîleşir (identification) ve onlar gibi davranmaya başlar.
- Zikre ve nafile ibadetlere devam edebilmek, intisab ve cemaat psikolojisiyle mümkün olabilmektedir. Zikir, Allah Tealâ’nın emridir. O, bizim çok çok, sabah akşam zikretmemizi istiyor (bkz. el-Ahzab, 33/41-42). Ama intisab ve cemaat psikolojisi içine girmeyen insanlardan bunu devam ettirebilenler oldukça azdır. İlahî emirler karşısında zikrin gerekliliğine inanan ve kendiliğinden bir evrada başlayan bazı kimselerin, intisab ve cemaat psikolojisinde olmadıkları için virdi bir süre sonra ihmal ettikleri görülmektedir. Oysa meşru olmak kaydıyla, nasıl bir usul ve psikolojiyle olursa olsun, gaye o zikri devam ettirmek ve murad-ı ilahî olan zikr-i kesîre ulaşmaktır. Bunu genelde bir mürşide bağlanan kişiler başarabilmektedirler. Bu bir sosyal gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Demek ki, murad-ı ilahînin gerçekleşmesinde mürşide bağlanmak ehemmiyetli bir vesîle olabiliyor.
Mürşidin lüzumu konusunda Ebu Ali Dekkak: “Ağaç kendiliğinden biter ve hiç kimse onunla ilgilenmez, aşılamazsa, meyve vermez. Mürîdde aynıdır. Elinden tutup onu doğruya iletecek bir mürşid olmazsa, hiçbir ürün veremez, başarı sağlayamaz” demiştir. “Allah’a yaklaşmaya vesîle arayın!” (el-Maide; 5/35) ayetinin yorumunda İsmail Hakkı Bursevî kuddise sirruhu, “Mürşid-i kamiller de Allah’a yaklaşmaya vesiledirler” demektedir.
Tasavvuf ve tekke edebiyatımızda mürşidin lüzumu ve önemiyle ilgili ifadeler de yer alır. Yunus:
Gel ey kardaş, Hakk’ı bulayım dersen,
Bir kâmil Mürşîde varmasan, olmaz!
Rasûl’ün Cemâlin göreyim dersen,
Bir kâmil Mürşîde varmasan, olmaz!
Nicedir gittiler Mürşîd arayı,
Arayanlar buldu, derde devâyı!
Bir kez okur isen akdan karayı,
Bir kâmil Mürşîde varmasan, olmaz!
derken, Niyazî Baba’nın gazelini tahmîs eden Es’ad Erbilî, Hazretleri aynı duyguları şöyle dile getirir:
Vardıkta pîr-i kamile, taş olsa dil yumşağ olur,
Fir’avn ise nefsin yakin, bir mûrdarı alçağ olur,
Oldunsa vakıf aczine, edna amel bir dağ olur,
Çürüklerin hep sağ olur, zehrin kamu bal yağ olur,
Dağlar yemişli bağ olur, cümle cihan bostan sana.