Ruhlarınızı Hikmetli Sözlerle Dinlendirin

  • 17 Mayıs 2022
  • 792 kez görüntülendi.
Ruhlarınızı Hikmetli Sözlerle Dinlendirin
REKLAM ALANI

Hz. Ali kerremallahu veçhe diyor ki:

“Düşündürücü ve hikmetli sözlerle ruhlarınızı dinlendirin. Zîrâ bedenin yorulduğu ve zayıfladığı gibi, ruhlar da yorulur.”

Ruhlarımızın yorgun düştüğü bir çağdayız. Hemen her şey gibi sözün de acımasızca israf edildiği bir zamanda yaşıyoruz. Sabah kalkıyoruz, akşama kadar söz israfıyla karşı karşıya kalıyoruz. Televizyonu açtığımızda, yolda arabamızın radyosunu dinlerken, cep telefonunda, bilgisayarda sürekli ses, görüntü ve epeyce de söz tüketiyoruz. Bunca tüketime üretim mi dayanır? Elbette bu sözlerin çoğu anlamsız tekrarlar haline geliyor.

REKLAM ALANI

Hele bir de gıybet, mâlâyânî sözlere dalıp gidince ruhumuz daralıyor. Bu söz yığını insanı rûhâniyetten uzaklaştırıyor. Böyle bunalımlı bir çağda ancak hikmetli sözler, kalbe dokunan sohbetler ruhlara diriliş ve huzur veriyor.

İnsanoğlunun sözün güzeline meftun olmaması mümkün değil. Çünkü her mânâlı ve güzel sözde ezelî bir hatıranın lezzeti titreşiyor. Tasavvuf yolunda yetişen keşif ehli demişler ki;

“Gönlün güzel sözlerden aldığı lezzet, elest bezminde duydukları zevkin bir hatırasıdır.”

Allah-u Zülcelâl atamız Hz. Âdem aleyhisselamın sulbünden kıyamete kadar dünyaya gelecek insanları çıkardığı ve kendilerini şahit tutup “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğu, onların da “Evet, öylesin, biz buna şahidiz” dediklerini bildiriyor. (Araf, 172)

Tasavvuf eserlerinde, bu ahitleşme sırasında Allah-u Zülcelâl’in hitabına mazhar olan insanoğlunun bu mükâlemenin zevkiyle mest olduğu, o zamandan beri güzel sözlerde, güzel nağmelerde aynı lezzeti aradığı yorumu yapılmıştır.

Sûfîlere göre zikir ile elest bezminin hatırlanması arasında bir ilişki vardır. Ruhlar âleminde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitâbını ruhlar işittiği için güzel sözler ve musikîlerin insan rûhu üzerinde tesiri vardır. Bu etkinin kaynağının elest bezmi olduğunu söyleyen ilk sûfî Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sırruh olmuştur. (Feridüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 411)

Bedenin hayatı için yemeye, içmeye nasıl ihtiyaç varsa aklın ve rûhun beslenmesi için de rûhu besleyen faydalı, hikmetli sözlere ihtiyaç var. Esasen insana beyan yani dinleme, anlama ve konuşma kabiliyeti de İlahi kelamı işitsin, anlasın diye verilmiştir.

Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede buyuruyor ki:

“Rahman Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti.” (Rahman, 1-4)

İnsan eşref-i mahlûkat olarak yaratılmıştır, yani yaratılmışların en şereflisidir. Diğer mahlukata verilmeyip de insana bahşedilen hususiyetlerin başında ise “beyan” kabiliyetine sahip olması gelir.

Ayette geçen “beyan” “insanın, dili ile konuşarak ifade etme, açıklama yeteneği”ni ifade ettiği gibi, düşünme, anlama, idrak etme gibi birçok yeteneğine de işaret eder. Anlamak, anlatabilmenin ön şartı olduğuna göre beyan kelimesi, insanı insan yapan akıl nimetinin görünen yüzünü anlatır.

Alimlerin açıklamalarına göre, bu ayet- kerimede insanın yaratılışından önce “Kur’an’ı öğretti” buyurulması, “İnsana beyanın öğretilmesinden asıl maksadın İlahi kitapları anlayabilecek, idrak edebilecek bir kabiliyete sahip olarak yaratılmasına” işaret etmektedir.

Allah-u Zülcelâl insanın yaratılış gayesini,

“Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) ayetiyle açıkça bildirmiştir. İnsanın asıl yaratılış gayesi ibadet etmek olduğuna göre insana verilen akıl ve dil kabiliyetinin de asıl maksadı, Allah’a olan kulluk borcunu idrak etmesi, bunu namazla, zikirle, dua ve niyazlarla ifade etmesidir.

Allah’ın insanlara lütfettiği büyük bir nimet olan dil esas olarak, Allah’ın kelamını okumak, anlamak ve anlatmak içindir. İnsanoğlunun rehberleri olan Peygamberler, mürşid-i kamiller ve alimler de Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara dilleriyle tebliğ etmişlerdir.

İlk insan Hz. Âdem aleyhisselam belki de daha yiyip içmeye başlamadan önce Rabbinin öğrettiği kelimelerle konuşmaya başladı. Çünkü insan için ruh bedenden önce geliyor.

Allah-u Zülcelâl, arzda bir halife yaratacağını meleklere bildirdiğinde, onlar buna hayret ederek bunun hikmetini sorarlar. Cenâb-ı Hakk, Âdem aleyhisselama “isimleri” öğretir ve meleklerle Hz. Âdem aleyhisselamı bir imtihana tâbi tutar. Ayet-i kerimede bildirildiğine göre:

“Ve Âdem’e isimleri öğretti. Sonra (varlık âlemlerini) melaikeye gösterip, ‘haydi davanızda sadık iseniz, bana şunları, isimleriyle haber verin’ dedi.” (Bakara, 31)

Alimler “isimleri” Allah’ın yarattığı varlıkların isimleri olarak açıklamışlardır. (Taberî, Ebû Cafer, Câmiü’l-Beyân fi Te’vîli’l-Kur’ân)

Tasavvuf ehli ise, eşyanın isimlerini derken yaratılmış varlıklarda tecelli eden İlâhî isimleri bilmeyi anlamışlardır. Kuşeyrî rahmetullahi aleyh, Hz. Âdem aleyhisselam’a bütün mahlukatın isimlerinin yansıra, Allah’ın isimleri yani esması da öğretilmiştir, der. (el-Kuşeyri, Ebu’l-Kasım Abdülkerim en-Nisaburi, Letâifü’l-İşarat, 1/35)

Nitekim Allah-u Zülcelâl ilk insana, vahiy indirmiş, on sahife vererek ilk insanları İlahi kelamına muhatap almıştır.

Ruhunu besleyen sözlerden mahrum bir insanın hakiki manada insan olması, yani düşünen, anlayan, araştıran, idrak eden bir varlık olması mümkün değil. O zamandan beri insanoğlu ne zaman Allah’ın indirdiği kelamı unutsa, ondan uzaklaşsa Peygamberler ile kitaplar gönderilmiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve “hikmet”i öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lûtufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar, apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Âl-i İmrân, 164)

Ayetlerini okumak, kitabı ve hikmeti öğrenmek insan ruhunun vaz geçilmez ihtiyacı. İnsanın doğru düşünebilmesi için, aklını daima Allah’ın indirdiği hidayet nuru ile aydınlatması gerekiyor.

Bizim medeniyetimiz de insanı hep bu yönden görmüş; insanın midesinden önce ruhunu beslemekle ilgilenmiş. Şu anda İslam medeniyeti, İslam sanatı denilince önce akla ilmi eserlerin ve edebiyatın gelmesi boşuna değil.

Biz hat, tezhip, oymacılık vb. diğer sanat dallarında da hep sözü yazmış ve nakışlamışız. Çeşmelerin alınlıklarından mimari eserlerin duvarlarına her yerde hikmetli ve edebî sözlere yer vermişiz. Ama en çok da insan yetiştirmiş, terbiye etmişiz edebî sözler ile… Edebiyata bu sebepten “edebiyat” denmiş belki de; edebli insan yetiştirmeye vesile olduğu için…

Divan şiirimize baktığımız zaman görürüz ki bu şiirleri, yazan, okuyan, takdir eden ecdadımız özlü, hikmetli ve ahenkli sözlerden zevk alan; ince düşünceli, anlayışlı ve hassas ruhlu insanlarmış. İki satırlık bir beyitte üstüne uzun uzun düşünülecek hakikatleri özetleyiverirlermiş. Günümüzde ise çoğu zaman bir ton laf ediliyor, incir çekirdeğini dolduracak bir anlam taşımıyor.

Biraz düşününce Kur’an ı Kerim’ in, ömürlerinin çoğunu çölde geçiren bir kavme nazil edilmiş olmasının hikmetini daha iyi kavrıyor insan…

Çölün sessizliği içinde seyahat eden bir yolcuyu düşünün. O dinginlik içinde kervanbaşının okuduğu kaside insana yoldaşlık eden biricik sözdür. Develeri bile canlandıran, yorgunluğunu unutturup şevke getiren o nağmeli şiirler, sözden anlayan bir insanın iç sessizliğinde nasıl yankılanır kim bilir… Bu sebepledir ki şairler bu milletin en önemli sîmâlarıdır.

Bu, çok seçkin ve kudretli şairlere sahip kavmin, Kur’an ı Kerim’ in karşısına hiçbir şiirle çıkmaya kalkışamaması çok önemli bir gerçeğe işaret ediyor aslında: insan ruhu sözün ahenkli ve edebî olmasından ne kadar etkilense de sözden asıl beklediği mânâ ve hakikattir.

Kur’an ı Kerim ise insanlığın aradığı hakikati sunan yegâne kelamdır. Hayatın mânâsını, insanın ve kâinatın yaratılış gayesini, geldiğimiz ve döneceğimiz âlemi; en önemlisi Yaratanın esmâsını…

Her Peygamber aynı hakikati bildirmiş ama ahir zaman Peygamberi aleyhisselatu vesselam nübüvvet sarayının son tuğlası olarak, hakikat binasını tamamlamış.

Rasulullah aleyhisselatu vesselam;

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!”(Alâk; 1) emrine muhatap olduğu andan itibaren insanlara en yüksek hakikatleri okumuştur. Gönlü İlahi kelam ile nurlandıkça marifet ve muhabbette en ulvî mertebelere çıktığı gibi, ibadet, itaat, takva, tebliğ ve irşad gibi vazifelerini de en yüksek seviyesiyle yerine getirmeye muvaffak kılınmıştır.

Dil Gönül Evinin Anahtarı

Dil ile güzel nasihatler verilebilir, güzel sözler söylenebilir. Ama aynı dil ne yazık ki insanların kafasını bulandırmak için de kullanılabilir. Hakkı batılı birbirine karıştıranlar, batılı hak suretinde göstermeye çalışanlar da bunu dil vasıtasıyla yaparlar.

Dil gibi güzel bir nimet, ne yazık ki çok değersiz, basit veya kirli amaçlara da alet edilebilir. İnsanın kalitesi, dilini hangi gayelere kullandığı ile anlaşılır.

İnsanın iç dünyasında gizlediği gerçek yüzü en çok dilinden anlaşılır. Nitekim ünlü düşünür Şeyh Sa’di şöyle der:

“Ey akıllı zat, ağız içindeki dil nedir? Hüner sahibinin hanesinin anahtarıdır. Bir dükkanın kapısı kapalı olunca o dükkanın sahibi cevahirci midir, yoksa çerçi midir bilinmez.”

Sözün güzeli, Allah’ın katına yükselecek kadar değerli, çirkini ise yüz üstü cehenneme sürükleyecek kadar korkunç!

Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede buyuruyor ki:

“İzzet ve şeref isteyen kimse bilsin ki izzet, bütünüyle Allah’ındır. Ona ancak güzel sözler yükselir. Onları da iyi ameller yükseltir.” (Fatır; 10)

Kur’an ı Kerim bir medeniyet kurmuş; en büyük mucizesini bin dört yüz yıl boyunca, birbiri ardınca yetiştirdiği “hakikî insanlarla” göstermiş.

İşte o hakikî insanlar; Kur’an’ dan aldıkları ilhamla sözün hem mânâlısını, hem doğrusunu, hem özlüsünü, hem de zarif ve ahenklisini söyleme sorumluluğunu üzerlerinde hissetmişler.

Çünkü Kur’an ı Kerim insanı eğitirken öyle bir sorumluluk yüklemiş ki…  Müslüman; ağzından çıkan sözün haramı helâl, helâli haram yapabileceğini görmüş. Öyle değil midir; nikâh akdiyle birbirlerine haram olan kişiler helâl olmaz mı? Elbette talak sözüyle de tam tersi…

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem: “Güzel söz sadakadır.”(Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 326) buyurarak kişinin zahmetsizce söyleyiverdiği bir sözle, malından bir parça verir gibi sadaka sevabı kazanabileceğini işaret ediyor. Elbette tersi de mümkün.

Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselamın Hz. Muâz radıyallahu anh’a dediği gibi; “İnsanları yüzüstü cehenneme götürecek olan, dillerinin ortaya koyduğundan başka nedir ki?”

İnsanı, ne kadar günahkâr da olsa, sonunda ebediyen cennetlik yapan da bir söz, ne kadar iyiliği olsa, ebedi cehennemlik yapan da bir söz, öyle değil mi?

Elbette buradaki söz, sadece dilin ucundan dökülen bir cümle değil; kişinin gönlünde yer tutmuş imanın veya inkârın ifadesi mânâsında… Ama dilden dökülenler de, -eğer cebir ve ıztırar yoksa- kalptekinin ifadesi değil midir?

Zaten dilden dökülen sözlerle kalplerin kastı arasında her zaman kuvvetli bir irtibat vardır.  Kulaktan giren sözlerle kalpte yeşeren niyetlerin arasında da…

“İnsan kulağından sulanan bir bitkidir.” Diyenler boşuna dememiş. Kalplerde imanın mı, inkarın mı kökleşeceği, kişinin kulak verip dinledikleriyle yakın alakalıdır. Bu sebeple Kur’an ı Kerim’de:

“Allah size kitapta: ‘Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle oturmayın.’ diye bir hüküm indirmedi mi? Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz…” (Nisa; 140) buyruluyor.

Bugün de aynı durum geçerli. Her ne kadar günümüzde söz çokluğundan dolayı sözün tesirinin farkında değilsek de, aslında ruhlar yine sözlerle biçimleniyor. Bilhassa çocuklarımız ve gençlerimiz kulaklarından giren sözlerle beslenip, yetişiyor.

Elbette yenilen içilen şeyler nasıl ki; ya besleyici, vitaminli olur yahut da zararlı olur, bunun gibi sözlerin de besleyici olanı var, zehirleyici olanı var…

Vücudumuza zararlı katkı maddeleri içeren gıdalar alırsak bir süre sonra kanser ve benzeri hastalıklara yakalanabiliyoruz. Peki ya aklımız ve ruhumuz da zararlı sözlerden hasta olmuyor mu acaba? Mutlaka oluyor…

Söz Tüketimine Dikkat!

Çünkü dinlenilen sözler bizim zihnimizin araçları oluyor ve biz onlarla düşünüyoruz, onlarla kendi içimizde bir dünya kuruyoruz. Farkında olmasak da tekrarladığımız sözler zamanla değer yargılarımızı biçimlendiriyor. Artık bazı şeylere yeterince değer vermezken bazı şeyleri önemsemeye başlıyoruz. Yahut bazı şeylere alışıyor; kanıksayıp, tepki duymaz hale geliyoruz.

Bilhassa henüz akılları tertemiz ve bir o kadar da boş ve savunmasız olan gençlerimiz söz konusu olduğunda bu böyle…

Nitekim çocuklarımızı bir müddet ihmal ettiysek daha sonra konuşmalarımızda bunun acısını görebiliyoruz. Mesela çocuğumuz bir ikaz ve hatırlatmamıza tepki gösterirken, fazla düşünmeden, hemen “bu benim hayatım, ben özgür bir insanım,” deyiveriyor.

Çünkü çoktan beridir bu cümleler kafasında dönüp duruyor. Eğer biz onu bu telkinlere karşı savunma sistemleriyle donatmadıysak da kolayca içselleştiriveriyor.

Bırakın halk kesimini, entelektüel dediğimiz, nispeten okuyan, araştıran kesim bile eğer savunma sistemi çok sağlam değilse, kulağına üflenen telkinler doğrultusunda fikir üretmeye başlıyor.

Bu sebeple sözü de dikkatle tüketmek gerekiyor. Aklımıza ve ruhumuza konuk ettiğimiz sözlerde inkâr, istihza, hafife alma, kuşku, nefret gibi zehirler var mı; dikkat etmeli…

Sonra sözün içinde yabancı kültürlerin özentisi, örnek alınmaya değmeyecek kişilerin örnekliği gibi mikroplar da bulunmamalı…

O da yetmez, kulak verdiğimiz sözler manasız ve değersiz şeylerle oyalayarak, bizi, sanki bu dünyaya zevk almak için gelmişiz gibi bir vehme de sürüklememeli…

Söz söylemek de kulak ve kalp sahibi olup söz anlamak da Rabbimizin büyük bir nimeti. Her nimet gibi bunları da çok özenle kullanmak gerekiyor. Acaba bu geveze çağın insanları olarak bunların farkında mıyız?

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ