TEFEKKÜR / Mânâ Yönüyle Oruç
TEFEKKÜR
Mânâ Yönüyle Oruç
Hüseyin Ustaoğlu
Belli bir zamana ait disiplin, aç ya da susuz kalma olayı değildir oruç. Sadece sağlık açısından veya anatomik katkıları gözetilerek de tutulmaz. Pek tabiî ki çok yönlü faydaları vardır. Konunun sadece hikmet yönüne bakarak oruç tutmak ise eksik bir niyet oluşturur. Zira İslam esaslarının ana sütunlarından biri olan oruç; sırf sağlıklı olmak ve onca hikmetinden yararlanmak için tutulduğunda beklenen fayda da eksiklik oluşur. Neden mi? Çünkü her türlü ibadetin ana niyeti Allah-u Teâlâ’nın rızası olmadığında işin ruhu kaybolur. Rıza niyeti üzerinden değerlendirildiğinde zaten diğer hikmet ve faydaları gerçekleştiği halde bu hedeften uzak düşmek, hayretle karşılanacak bir durumdur.
Mutasavvıflar amel ve niyetlerinde ‘ne cennet özlemi ne de cehennem korkusu’ gözetmezler! Hz. Yunus’un söylediği gibi “Bana Seni gerek Seni” diyen numune olmuş ruhi bir mana anlayışının temsilcisidir onlar.
Özünde noksanlık olan bir ibadet ruhen de eksik kalmaz mı? Böylesi bir niyetle yapılan ibadetten beklenen maksat da hâsıl olmuyor. Elbette her yapılan ibadetin bir sevap yönü olacak. İnsana; düşünsel, anatomik, duygusal, ruhsal ve daha birçok açıdan da fayda sağlayacaktır. Lakin ibadetten maksadın “güzel ahlakı” ve “Allah-u Teâlâ’nın rızasını” kazanmak gibi ulvi bir yönü bulunmalı. İşte o zaman oruç, insanı kötülüklerden alıkoyuyor. İşte o zaman güzel ve doğru davranışlar gelişiyor. İbadetin içi duygu ile bezeniyor. Kalpler coşuyor, ruhlar şaha kalkıyor. Şekil olmaktan çıkıp mana kazanıyor. Ahlak denilen güzel bir meziyet hayatlarda yer buluyor. Güzel ahlaktan herkes nasiplenirken, sahibi enginden engine koşuyor. Kulluk yolunda süratle mesafe alıyor. Aksi mi dediniz; şekil ve gelenekten öteye geçemiyor…
Oruç başta olmak üzere tüm ibadetlerimizde; ihlâsı, aşkı, sevgili Peygamberimiz aleyhisselatu vesselamın sevdasını ve Allah-u Teâlâ’nın muhabbetini yakalayamamışsak, şuurlu müslümanlardan sayılamayız. Şayet aksi olsaydı böylesine bozuk ahlak seller gibi bendini yıkarak taşmazdı. Kötü niyet, kötü söz ve kötü davranışlar engellenebilirdi. İbadetlerimiz adet olmaktan çıkıp güzel ahlak seviyesine yükselebilirdi. Din hobi gibi görülmez bizzat amaç edinilirdi. Talep; aksiyona dönüşür, duygu; sevgi kırıntılarının üzerine çıkarak muhabbetin deryasına yol bulabilirdi. Vefasızlık kol gezmez, sadakat tatile çıkmazdı. Peki, neden bu seviyeye gelemiyoruz sizce? İbadetleri şekilden kurtarıp ruh giydiremediğimizden değil mi? Yapılan amelleri ahlak haline dönüştürememekten. Yani kalplerde ibadetin tadını duyamamaktan. Manevi lezzet sarhoşu olamamaktan. Amellerimizi sırf sevap için yapmaktan. Cehennem korkusu ile yapmaktan! İbadetlerimizin bir başka günahı engellemeye yetecek samimiyette olmamasından. Oruçlarımızı açarken mükellef iftar sofralarındaki yemeklerin verdiği lezzet kadar, ruhsal lezzet alamamaktan kaynaklanıyor…
Eğer oruçlarımızı ruhun denetiminde bir oruç yapabilirsek, fazileti de elde ederiz. Toplumu kaynaştırırız. Kin ve garazlar son bulur. İnsanların kalbini işgal etmiş olan haset hastalığı tedavi olur. Kıskançlık çukurunda debelenen nefisler, hak namına diz çöker. Hakka, doğruya ve güzele teslim olurlar. İyilik ettiklerinizden kötülük görmezsiniz. Kendini aşamamış basit insanların hedefi olmazsınız. Toplumsal birlik, özelde dirlik, sosyal yapıda adalet, niyette düzgünlük, amelde ihlâs, şuurda ihsan, bakışta feraset, görüşte hikmet, kalpte duygu, bedende ruh ve daha nice güzellikler hayat bulur. Kendimizle ve çevremizle bütünleşiriz. Böyle olduğunda tüm azalarımız oruçlu olur! Teravihler hocanın kıldırma hız süresi ile değil de ruha kattığı hazlarla ölçülür. İftar sofralarında iftar edemeyenler hatıra gelir de yutkunma zorluğu çekeriz. Tutulan oruçlar, okunan Kur’an-ı Kerimler, getirilen salâvatlar, çekilen zikirler, kurulan rabıtalar makamına yükselir de kul olduğumuz hatıra gelir. Böylelikle gerçek kulluk şuuruna erişip; Şanlı Peygamberimizi (sav) ve Yüce Yaratıcımızı (cc) razı ederiz…
Diğer bir açıdan değerlendirdiğimizde; ahlakın içine aldığı alan, hayatın tamı tamına kendisidir. Cömertlik, şecaat, onur, yumuşak huyluluk, akraba ziyaretleri, merhamet, şefkat ve daha nice güzel hasletler ahlakın birer parçasıdır. İnsan hayatının belirleyicileri bu erdemlere uymak veya uzak kalmakla eş değerle ölçülür. Ahlaksızlık ise; bu güzel ahlakların zıddına denk düşen men edilmiş fiillerin tamamıdır. Dünyadan maksat fazileti elde etmek, rızayı ilahiye ulaşmak ve imanla göçebilmek olduğuna göre; Ramazan ayını vesile bilerek ahlakımızı güzelleştirmemiz gerekmez mi? Seçilmiş zaman diliminde ruhlarımızı doyuracak manevi gıdalar alabilmeliyiz. Bunu yaparken de Ramazan’ı sadece oruçtan ibaret sanmayarak gerçekleştirmeliyiz. İşin içine duygularımızı ve ruhumuzu katarak doygunlaştığımız ibadetlere ulaşabiliriz.
Böyle olduğunda toplumda ahlaklı insanlar çoğalır. Ahlak amelle zenginleşir. Bu zenginlik duyguda ve ruhta olumlu etkilere imkân tanır. Bir dalga misali topluma yayıldığında ise; güven içinde, huzurun tesis edildiği abideleşmiş bir toplumu temsil ederiz. Ancak etrafı süzdüğümüzde böylesi manzaralara ne kadar rastlayabiliyoruz, bu da ayrı bir tartışmanın konusudur. Sanki güzel ahlak mücadelesi yapmak farz değilmiş gibi hoyratlık içindeyiz. Sanki toplumun huzur ve sükûnete ihtiyacı yok, sanki bireyler içsel bir doyumu hak etmiyorlar! Nedir bayağılık ve basitliğe bunca düşkünlük? Nasıl bir şeydir güzel ve iyi insan olabilmek için kendimize yaptığımız bunca cimrilik. Sizce bunun akıl ve izanla izahı olabilir mi?
Mademki, hakikat böyledir, işte Ramazan’ı Şerif! İşte mükellef insanlar olarak bizler. Rol modelimiz ise zaten belli; Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz. Geriye kalan ne mi? Bizim hayırlı bir kul olmak için bu hassas ölçülere uyma yolundaki aksiyonumuz. Elbette kültürel boyutlarıyla da Ramazan kutlanmalı. Kültürümüzün dokusu da bir o kadar korunmalı. İftarlarımız, pide kuyruklarımız, cami önlerinde demlenen sohbetler. Sahuru beklerken kurulan muhabbetler. Teravih namazlarının hayata kattığı heyecan iliklerimize kadar işlemeli. Hepsi canlı canlı yaşanmalı…
Ancak tüm bunlar yaşanırken şekil olmaktan kurtarıp, ruh giydirmek lazım demek istiyorum. Yani daha bir içtenlik, daha bir samimiyet ve ibadetin bereketi, günahtan kaçmanın kalpteki tadı yakalanmalı. “Allah” demenin manevi hazzı hissedilmeli. Okunan Kur’an-ı Kerim sedalarının aksı, sadece duvarlarda değil, yüreklerde de coşku ile yankılanmalı. Zenginleşmiş ruh ve duygu dünyasının bereketi ile gayretimiz artmalı. Güzel ve ahlaklı insan olma yolunda elde edilen çaba ile manevi bir yükseliş gerçekleşmeli.
Hepsinin bir arada hayat bulduğunu şöyle bir düşünelim. Ramazan’ın kazandırdığı güzide davranışların topluma getirdiği güven ve huzur iklimi nasıl olurdu? Bireye ve sosyal yapıya kazandırdıkları ne şekilde hayat bulurdu? Halimiz, fert ve toplum çok daha güzel bir seviyede olmaz mıydı?
Selman-ı Farisi den rivayet edilen Hadis-i Şerif’in ifadesiyle; Ramazan ayının başı ‘rahmet’ ortası ‘mağfiret’ sonu ise ‘cehennemden kurtuluş’ dönemidir. Ramazanı rahmetten nasiplenmiş, mağfirete ermiş ve cehennemden azat olmuş bir şekilde geçirebilmeyi hedeflemeliyiz. Oruçlarımız hakkıyla oruç olsun inşallah. İftarlarımız edemeyenleri hatırlatsın. Dualarımız yerini bulsun. Teravihlerimiz bizleri sünnetin şefaatine taşısın. Ramazan, oruç ve ibadetlerimiz bizi kemale ermiş imana, ihlâsı elde etmiş amellere ve hakiki kulluğu yakalamış mü’min ve müslümanlık şuuruna erdirmeye vesile olsun.
Gönül doktorlarının rehberliğinde mübarek Ramazan ayının güçlü bir nefs mücadelesine dönüşmesini ve manevi kazanımlarımızın sonsuz olmasını niyaz ediyorum.