‘Yorgun Düşmüştüm, Hizmetten Çekilmeliydim’
Ashab-ı kiram ve evliya, hep hizmet basamağın üzerinde yücelmişler. Yani ömürleri boyunca Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin: “Bir kavmin efendisi, onlara hizmetkâr olandır…” (Deylemî, Müsned, II, 324) hadisi şerifini, kendilerine rehber edinmişler.
Bunu insan bilse de anlasa da öyle bir zaman oluyor ki nefsi, ona galebe çalıyor ve artık o basamaktan çıkmama kararı alabiliyor.
Bende bir dönem böyle bir duygunun yada daha doğrusu duygusuzluğun içine dalıvermiş ve basamaklardan yukarıda görünen ilahi ışığın yerine, basamakların altındaki karanlığı aydınlık gibi görmeye başlamıştım.
Yorgunluk, bitkinlik ve isteksizlik bedenimi sarmış ama bununla da yetinmemiş, beni hizmetten soğutmaya başlamıştı. Etrafımızda olan bazı olaylar yada insanlar da bu hale gelmemize belki sebep olabiliyordu. Sonuç itibariyle nefsim hizmetten usanmış ve kendini haklı gösterecek onlarca gerekçeleri de ardı ardına sıralamaktaydı. Öyle ki o sıralar Ankara’da, dergi, kitap ve diğer İslami hizmetlerle uğraşırken, hizmeti bırakmam gerektiğine beni de ikna etmişti artık…
Nefsimi ve bahanelerimi sırtıma alıp, Konya’nın yolunu tutmuştum. Gidip Seyda Hazretlerine haklı gerekçelerimi söyleyecek ve hizmetten azad edilmemi talep edecektim. Bu kadar geçerli mazeretim ve haklı gerekçelerim varken, Seyda Hazretleri de ikna olacak ve “Haklısın artık sen biraz dinlen” diyecekti, muhakkak…
Haklı gerekçelerim vardı…
Doğrusu; Konya yolunda giderken birkaç defa ruhum, bu hareketimin doğru olmadığını ve yanlış yaptığımı söyledi ve bir an içimde fırtınaların koptuğunu hisseder gibi oldum ama nefsim, bu çıktığı yolda haklı davasını savunan bir savaşçı gibi ruhumdan gelen her türlü tersine ikna çabalarını, geçerli sebepleri ve haklı gerekçeleri bir bir, ardı ardına sıralayarak beni tekrar ikna ediyordu.
Çok geçerli sebeplerim vardı; hatta, o ana kadar neden bunları göz ardı ettiğime şaşırıyordum.
Ailemden uzaktım, uzun zamandır hizmet ediyordum, sonra benden başka kimse hizmetle alakalı dertlenmiyordu, insanlar hem maddi hem manevi olarak hizmet edeni yalnız bırakıyordu dolayısıyla bazı şeylere artık tek başıma güç yetiremiyordum, hastaydım, yorgundum, maddi olarak zor durumdaydım, yıllardır zaten elimden geleni yapmıştım, gerisi yeni gelenlerin, yeni sofilerin işi olmalıydı, artık yapılabilecek yeni şeyleri yeni kişiler yapmalıydı, ben kendi üzerime düşeni fazlasıyla yapmıştım, biraz kendimi ilme vermem lazım, dine vermem lazım (sanki nefsim hizmeti bırakınca inzivaya çekilip geceleri ibadet, gündüzleri oruç ve ilimle geçirecek) vs. vs. yani bahanemde çoktu, gerekçemde…
İçimden bu sebep ve bahaneleri tekrar edip, duruyordum. Zira Seyda Hazretlerine bunları sıralarken takılmamam ve sebeplerin, gerçekten önemli olduğu izlenimini vermem gerekiyordu (Nefis böyle bir şeydi işte, Allah Dostuna da numara yapmaktan çekinmezdi.)
Konya’ya vardığımda Seyda Hazretleri namaza gelmiş ve öğle namazının farzına durmuşlardı. Hemen bende namaza durdum. İçimden bir ılık rüzgar akıyordu ve ben her an biraz daha titretmeye başlamıştım. Namaz esnasında bu titremeden dolayı kendimi namaza veremiyordum. Bu hal ile namazı bitirebildim.
Bir taraftan titriyor diğer yandan daraldıkça daralıyordum.
Dua sırasında Seyda Hazretlerinden öğrendiğim ve her namazdan sonra yaptığım duam aklıma geldi: “Yâ Rabbî, senden dinde sebatı, doğru yolda kararlılığı istiyorum.”
Dilimden değil ama ruhumun derinliklerinden bir feryad ile bu dua geliyordu ve kalbimden çıkıp, bütün camide yankılanıyordu. Herkesin dönüp bana baktığını gördüğümde, duayı içimden değil de bağırarak yapmış olduğumu anladım. Mahcup ve utanarak başımı öne eğdim ve bekledim…
Nefsi, insanı kandırıyor…
Seyda Hazretleri namazdan sonra ayağa kalktı, bizde ziyaret için yanına yaklaştık. Elini öptüm:
– Hoş geldin, dedi. Ben, “Hoş buldum” demeye utandım, yerin dibine girdim adeta…
– Hayırdır hasta mısın? Dedi. Ben buruk ve titrek bir sesle:
– Zahiri olarak hasta değilim, dedim. Tebessüm etti:
– Maddi sıkın tın mı var, dedi. Ben daha da utandım.
– Yok şükür, dedim.
– Ruhi sıkıntımı oluyor, diye sordu.
– Bilmiyorum Saadatlar iyisini bilir, dedim.
– Bak Ahmet! İnsan, bazen sofiler sıkıntıya düşüyor, bazen muhabbete düşüyor, gabs oluyor, best oluyor, bunlar olur; önemli olan istikameti kaybetmeden kulluk vazifelerimizi ve saadatların vermiş olduğu vazifeleri yapmamızdır.
Nefis insani bazen kandırabiliyor, ibadetten, zikirden, hizmetten soğutmaya çalışıyor. ‘Hizmet etmeyeceğim, ben yoruldum’ diyor, hizmeti bırakmak istiyor, insan kendi nefsine hitap etmeli o zaman demeli ki: “Ey nefsim! Sen mi Allah-u Zülcelal’e muhtaçsın yoksa O mu sana muhtaç?”
Bak Ahmet! Sen, ben hizmeti bıraksak ne olacak? Allah’ın (Dininin) Hizmeti duracak mı? Hizmet edecek er mi yoltur? Yooo! Vallahi, Allah yolunda hizmet edecek er o kadar çok ki… Ama biz! Allah-u Zülcelal bu hizmette seni seçtiği için, beni seçtiği için ve kendi yolunda hizmet etmemize fırsat verdiği için çok şükretmemiz lazım.
Sonra bir süre sustu, tebessüm ederek:
– Ahmet sen ne diyecektin? diye sordu. Ben ne diyecektim ki, o an düşündüm aklıma gelmedi, yol boyu bana bir sürü bahane ve gerekçeleri tekrarlatıp ezberleten nefsin kaybolmuştu ortadan.
– Şeey… Sultanım duanızı istiyorum. Allah-u Zülcelal, bizi Saadatların kapısından ayırmasın, hizmetinden mahrum etmesin istiyorum, diyebildim, titrek ve mahcup bir sesle.
– E tamam inşaallah, ben size dua ediyorum. Sizde gayretinizi yitirmeyin inşâallah” dedi ve hane-i saadetlerine doğru yürüdü.
Ben o anda arkadaşlarımın yanına geldiğimde yol boyu onlara anlattığım ve haklı olduğumu ispat etmek için ardı ardına dizdiğim, gerekçelerim aklıma geldi.
– Ne oldu kurban izin çıktı mı? diye soruyordu birisi. Ben durumu kısaca anlattığımda ise herkes gülüyordu.
– Ya kurban, senin ki Nasreddin hocanın fil hesabına dönmüş, iki fil daha aldın dönüyon ya köye” diyordu ve herkes gülüşüyordu.
Bense bir daha nefsiminin tuzağına düşüp girmeye çalıştığım yanlış yoldan kurtulduğum ve bu kapılarda olduğum için Rabbime şükrediyor, “Kendini insan bilenler; hizmetten usanmaz!” diyordum sadece…