İNSAN BİR ÖLÜM YOLCUSUDUR…
“Dünya’ya geliş ve Dünya’dan gidiş” gibi iki muazzam meçhulün arasına sıkışan idrak, Dünya’ya aid gerçek bir değer hükmüne ulaşıp hal ve hareketler buna göre tanzim edilmedikçe, izafi gölgeler Âleminden (yani dünyadan) gerçekler (ahiret) yurduna doğru manevi bir yolculuğa çıkılamaz.
İnsanda bir iman şuuru teşekkül etmeden, onun ciddi bir hayat yolculuğuna hazırlanıp insanlık haysiyetini koruyarak yaşaması imkânsızdır. Gafletle çiğnediğimiz toprakta işlediğimiz masiyetlere, kıyamet ekranında seyirci olacağımız muhakkaktır. Sabahı mahşere dayanan ölüm gecesi, herkesin müstakbel akıbetidir; ibret olarak cesede dünya sahnesinde gösteriliyor ki, ten planına ait her şey pörsümeğe mahkûmdur. Mazide kalan günler, Ahiret hesabına kaydedilmektedir.
Kazanca medar olan amel işleme zaman ve mekânı bu âlemdedir. Bu tahdidli (sınırlı) zamanı, amellerin en faziletlilerine harcama zarureti (mecburiyeti) âşikardır. Zaman ıslak bir sabuna benzer. Onu elde muhafaza zordur. Daima kayar. Ve mekânı da kayganlaştırır. Zaman, keskin bir kılıç gibidir. Ona hâkimiyet, maharet ister. Onu iyi kullanmak, hayırları tercih ile önemliyi öne almak, önemsizi sonraya atmak gerektir. Bu ise gerçeğe ulaşmış her aklın icabı ve muktezasıdır (lazım olanıdır).
Nitekim Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem: “Yarın yaparım diyenler helak oldu!” buyurur.
İnsan bir ölüm yolcusudur…
İnsan ne tuhaftır ki, bir-iki günlük misafir olarak bulunduğu bu Dünya hayatıyla kendini aldatır. Her gün cenaze sahnelerini seyrettiği halde, ölümü kendine uzak görür. Kendisini, kaybetmesi her an muhtemel olan fani emanetlerin daimi sahibi sanır. Hâlbuki insan, ruhuna ceset giydirilerek bir kapıdan dünya’ya dâhil edildiğinde, artık bir ölüm yolcusu demektir. O yolun bir hazırlık mekânına girmiştir de bunu hiç hatırına getirmez. Bir gün gelir, ruh, cesetten soyundurulur. Ahiret kapısı olan kabirde diğer bir büyük yolculuğa uğurlanır.
Surei Yasin’de 68. Ayeti kerimede buyurulur: “Kime uzun ömür verirsek, biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç (bu manzarayı) düşünmüyorlar mı? (Bu ibretli yolculuğu idrak etmiyorlar mı?)
Ayet-i kerime’de, insana en güzel şekilde nasihat edilmektedir. Dünya’nın farik (farkedilir ayırıcı) vasfı, vefasızlıktır. Verdiğini geriye çabuk alır. Bir gün yükseltir, ertesi gün kuyunun zeminine indirir. Gölge gibidir. Onu yakalamak istersen daima kaçar. Sen kaçarsan da peşini bırakmaz. Arkasında koşulan şeylere nail olmak için bugün-yarın derken ömür biter. Dünya’ya gönül verilirse, o, huysuz bir acuze (çirkin ihtiyar bir kadın) olur. Zaman zaman insanı yere çarpar. Vesvese ve dırdırının ardı arkası kesilmez. Tavır ve hareketleri vefasızdır. Ona bağlananları çok çabuk feda eder.
Ölümü bilen fani dünya
lezzetlerine aldanmaz!
“Nefs” engelini aşanlar içinse zaman, hiç bir şeyle kıyas olunamayacak derecede bir nimettir. Hakk Tealâ, surei Asr’a “zamana yemin” ile başlar. Her şeyin satın alınması veya geri gelmesi az-çok mümkündür. Zaman’ın ise asla!
En büyük nedamet sebeplerinin başında “Zaman”ın boşa harcanması gelir. Ölümü bilen, fani dünya lezzetlerine; yolculuğunu bilen de misafirhanedeki oyuncaklara aldanmaz! Çünkü eşya, ondan ayrılmayacak bir surette dünya misafirhanesine aittir. Bütün fani nimetler, bir kişide toplansa ve o, huzur ve saadet içinde bin yıl yaşasa ne fayda? Sonunda gireceği yer, bu kara toprağın altı, bu yağız yerin bir çukurudur!
Ölümsüz bir hayat yahut ihtiyarlığı olmayan bir gençlik arzu edilirse, bu ancak nefs engelinin aşılması, yalancı ve fani eşyaların esaretinden kurtulup Hakk’a ram olunması suretiyle elde edilebilir!..
Ariflerden biri, hikmetler ve ibretler sergisi olan bu âlemi, akiller için seyr-i bedayi (güzellikler yolculuğu), ahmaklar için yemek ile şehvet olarak tarif etmiştir.
Hem fanidir hem yalancı
Hadis-i şerifte: “Dünya ve Ahiret, ortak iki zevce gibidir. Birisini ne kadar hoşnut edersen, öbürünü o kadar kızdırırsın!..” buyurulmuştur.
Cihan sultanlarını irşad edip yönlendiren, onlara gönül aynasında ukbayı seyrettiren büyük mürşid-i kamil Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri, şu fani dünyanın hal ve keyfiyetini şu beyitleriyle tasvir ederek beyan eder:
Kim umar senden vefayı,
Yalan dünya değil misin?
Muhammedü’l-Mustafa’yı
Alan dünya değil misin?
Yürü hey bi-vefa yürü,
Sensin hod bir köhne karı.
Nice yüz bin erden geri
Kalan dünya değil misin?
İnsan ibret almaz mı ki, her fani varlığın tazelik ve zindeliği zaman değirmeninde daimi bir surette öğütülmektedir!
Aynadaki yalanların esaretindeki insan
Gafilane bir hayat; çocuklukta oyun, delikanlılıkta şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret ve binbir türlü çırpınış ve nedametten ibarettir.
Zikri dudağına ve kalbine almayan, merhametten nasipsiz, muzdaribin derdini duymak ve hissetmek istemeyen bedbaht (talihsiz) ve mutekebbirin (kibirlinin) kaçtığı ölüm, kendisini her an pusuda beklemektedir. Ahiretsiz bir dünya ferahlığı elde etmek için dünya süslerine bürünmüş, fani lezzetlerde son gününe kadar yorulanların hali, ne hazin bir tükeniştir!
Umumiyetle insan, hayatın binbir cilve ve tezahürleri içinde aynadaki yalanların esiridir. Her an bu yalanlar ile vefasızlığını devam ettiren dünya, bir aldanış mekanı değil de nedir?..
Gerçek akıllı kim?
Akıl ve mantığın icabı, küçük ve geçici menfaatleri, faydası ebediyyen sürecek büyük kazançlar ile değişmeyi gerektirir. Allah Teâlâ buyurur ki:
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Takvâ sahipleri için âhiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” (el-En’âm, 32)
Hadîs-i şerîfte de, gerçek akıl sahipleri şöyle tarif edilir: “Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonrası için çalışan; ahmak ise nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan (hayır) umandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)
İşte bir insanın ne kadar akl-ı selim sahibi olduğu, bu gerçekler ışığında mizan edilmelidir. Akl-ı selîmin icabı; bâkîyi fâniye tercih etmektir.
Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem başka bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Âhiretin yanında dünyanın durumu, sizden birinin parmağını denize daldırıp çıkarması gibidir. Parmağı (denizden) ne çıkardıysa (âhiretin yanında) dünya işte odur.” (Hâkim, Müstedrek, 4/319)
Dünya malı kazanma hırsı
sadece insanda var!
Daha fazla dünya malı kazanma uğrunda ihtiras; insanı yiyip bitiren, neticesiz, huzur ve saadetten mahrum bir çiledir. Nefsin iflâh olmaz bir hastalığıdır. Şu söz, sair mahlûkatın bile bu hastalığa düşmediğini göstermesi açısından manidar bir tespittir: “Âlem yaratıldığından beri, hiçbir kuş, komşusundan daha fazla yuva yapmaya uğraşmadı; hiçbir tilki, saklanacak tek bir kovuğum var diye kendini harap etmedi; hiçbir sincap, bir değil de iki kış yetecek kadar ceviz biriktiremediği için endişeden ölmedi ve hiçbir köpek, yaşlılık yılları için birikmiş kemiği olmadığını dert ederek uykusuz kalmadı.”
Kimse için istisnâsı olmayan ecel alârmıyla er-geç sona erecek, yaşlılık ve hastalıklarla son devri de meşakkat içinde tamamlanacak dünya hayatını biraz da müreffeh hâle getirebilmek için onca stresle, hırsla, bin bir tehâlükle (tehlikeyi göze alarak) çalışıp da, ebedî hayatı unutmak; onu mâmur edecek yerde ateşler içinde perişan bırakmak ne acı bir hamâkattir!
Ya Rab! Dünya’ya dalıp kendisini bir bardak suda helak edenlerin akıbetinden bizleri koru! Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbim!.. Amin.