Şeytan İnsana Nefsinin Gölgesinde Gelir!
Allahu Zülcelâl, ayeti kerimede şöyle buyuruyor; “(Artık bütün) yüzler (ezelde ve ebedde) diri ve herşey’e bihakkın haakim olan Allaha baş eğmişdir. Zulüm yükü taşıyanlar ise hakıykaten husrâne uğramışdır. Kim, bir mü’min olarak, iyi iyi amel (ve hareket) lerde bulunursa o, ne (seyyiâtının) artırılmasından, ne (hasenatının) ekşitilmesinden endîşe etmez.” (Tahâ; 111,112)
İşte biz böyle büyük bir olayla karşı karşıyayız. Dünyadayken Alluh’u Zülcelal’den gafil kalırsak, dünya keyfi sefasına dalarak, nefsin hevasına kapılarak ve şeytanın hile ve vesveselerine aldanarak Allah’u Zülcelal’i unutursak, birden bire ahirete gittiğimiz zaman da çok perişan oluruz. Onun için her an bu ayet-i kerimeler aklımızda olmalıdır.
Bakın! Firavun, Nemrud dünyada iken; “Ben Rabbim” diyorlardı. Ama sonları ne oldu? İnsan dünyada kendisini ne kadar büyük görürse görsün, o mahşer günü geldiğinde bir kölenin efendisine boyun eğdiği, itaat ettiği gibi, Allah’u Zücelal’in azametinin karşısında boynunu bükecektir.
Şeytan öyle hilecidir, öyle hileler yapıyor ki, insanın bunlardan haberi dahi olmuyor. Devamlı olarak insanı yoldan çıkarabilmek için çaba gösteriyor. Çünkü kendisi Allah’u Zülcelal’in rahmetinden uzak olduğu için istiyor ki; kendisiyle beraber başka insanlar da cehenneme girsin. Allah’u Zülcelal şeytana bu görevi vermiş ve bize de; “Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır” (En’am; 153) buyurmuştur.
Her zaman dediğim gibi şeytanın kıskançlığı acaiptir. Hiçbir insanın hayrını istemez. İnsana düşman olduğundan daima kötülüğünü ister. Şeytan, daima insana hevayı nefsinin gölgesinde gelir. Mesela; “İki kişi birbiri ile mücadele ettikleri zaman, hemen birine gelip; “Bak, sana ne diyor” diye vesvese verir. Zaten herkes de birbirinin ağzına, ne dediğine bakıyor. Yani şeytan aleyhillanet insana ne şekilde vesvese verirse versin, daima nefsinin gölgesinde gelir.
Nefsin tabiatı
Nefis daima hata ve günahlara, keyf-ü sefaya meyillidir. Nefsi şımartırsak, bütün arzu ve isteklerini yerine getirirsek, yani onun hizmetine girersek, kendimizi ateşe atmış oluruz. Nefsin isteklerini ne kadar yerine getirirsek getirelim, o daima daha fazlasını ister. Onun istekleri hiç bitmez. O, kendi haline bırakılırsa azgınlaşır ve bizi de beraberinde ateşe müstahak eder.
Nefis, sahibini günaha sürükleyen bir casus gibidir. Onun bu casusluğundan muhafaza olmak için onu tanımak lazımdır. İnsanın görevi, nefsinin arzu ve isteklerini tamamen terk etmek değil, terbiye etmek suretiyle Allah-u Zülcelal’in yoluna çevirmektir. Bunu yapabilmek için de nefsi ve nefsi saran kalbi hastalıkları iyi bilmek, tanımak ve tedavi etmek için mücadele etmek gerekir…
Allah-u Zülcelal’in rızasını arayan kimsenin görevi, nefsini terbiye etmek suretiyle ıslah etmeye çalışmaktır. Bazı müslümanlar: “Allah-u Zülcelal Ğafur’ur Rahim’dir, nasıl olsa bizi affeder” diyerek aldanıyor ve görevlerini yerine getirmiyorlar. Oysa Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede; “Ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr: 99) buyurmuştur. Bu ayet-i kerimeden de anlaşıldığına göre, insan son nefesini verinceye kadar, nefsi ile mücadele etmeli ve Allah-u Zülcelal’in emir ve nehiylerini yerine getirmek için gayret göstermelidir. Her ne kadar ümit etmek güzel bir hal ise de, hiçbir şey yapmadan sadece ümit etmek çok yanlıştır. Çünkü Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede; “İnsan için çalışıp kazandığından başka bir şey yoktur.” (Necm;39) buyurmuştur.
Akıllı kimse, nefsini hakir görüp ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Aciz kimseyse, nefsinin arzu ve isteklerine uyan, sonra da Allah-u Zülcelal’in rahmetini ümit edendir.
Nefslerinin hevasına uymayan kimseler, Allah’u Zülcelal’in yanında çok şerefli ve kıymetlidirler. Onun için Allah’u Zülcelal buyuruyor ki; ” Hakıkat şudur ki îman edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun hiç bir haakimiyeti yoktur.” (Nahl; 99)
Allahu Zülcelal’in rızasını
nefsimize tercih edelim
Kabirde münker ve nekir melekleri bizi sorguya çekecekler; mizanda, sırat köprüsünde sorguya çekileceğiz. Melekler ya bize sol tarafımızı gösterecekler ya da sağ tarafımızı. Çünkü her insanın, bir cennet yeri bir de cehennem yeri vardır. İnsan salih kimselerden olup cennet ehli de olsa, mutlaka melekler ona cehennemdeki yerini gösterip;
“Eğer sen dünyada kötü davransaydın, senin yerin burası olacaktı” diyecekler. Sol tarafa baktığı zaman, öyle büyük bir ateş, bir azap görecek ki; “Acaba beni buraya mı atacaklar” diye korkacak. Melekler ona diyecekler ki; “Eğer sen dünyada hevayı nefsine uysaydın, şimdi senin yerin burası olacaktı. Ama sen Allah’u Zülcelal’in emir ve nehiylerini kendi hevayı nefsine tercih ettin. Bu gün senin yerin cennettir.”
Demek ki insan, daima Allah’u Zülcelal’in emir ve nehiylerini kendi nefsinin hevasına tercih etmelidir. Eğer ki, nefsine mağlup olursa da hemen pişman olup, Allah’u Zülcelal’e karşı; “Yarabbi! Ben nefsime mağlup oldum, pişmanım” diyerek yalvarması ve özür dilemesi lazımdır. Belki bazı insanlar, hevayı nefse uymanın ne olduğunu bilmeyebilirler. Günahlar hep hevayı nefse uymaktan dolayı meydana geliyor. Hevayı nefs; günah olan ne varsa hevai nefstir. İster zahiri olsun ister manevi. Mesela şeytan kibri ve ucuptan dolayı Allah’u Zülcelal’e karşı geldi. Oda hevayı nefsine uydu. Eğer hevayı nefsine uymasaydı; “Benim Rabbim, bana emrediyor. Ne yapmamı emrederse farketmez yaparım, bu Rabbimin taatidir” diyecekti. Ama kibir ve ucubla; “Ben bu kadar ibadet yaptım. Oysa Allah’u Zülcelal onu topraktan yarattı” dedi ve Allah’ın emrine asi geldi. İşte bu hevayı nefstir. Hevayı nefsin çeşitleri çoktur. Onun için insan, daima Allah’u Zülcelal rızasını hevayı nefsine tercih etmelidir.
Yine, insanlar eğlence yerlerinde gülüyorlar, birbirlerine şakalar yapıyorlar yahut vaktin zayi edildiği yerlerde kendilerine verilen ömür sermayesini değerlendirmeden oturuyorlar ve bu şekilde vakitlerini boşa geçirerek hevai nefslerine uyuyorlar. Halbuki bunu yapana kadar biraz Kuran okusalar, biraz ibadet yapsalar, hiç değilse zikirle meşgul olsalar hevayı nefslerine uymamış olurlar. Ama olur da bazı zamanlarda hevayı nefsimize uyduğumuz zaman da hemen Allah’u Zülcelal’den özür dilememiz ve yalvarmamız; “Yarabbi! Benim üzerime farz kıldığın hakları yerine getirmediğim için beni affet ve merhametinle bana muamelede bulun” diye Allah-u Zülcelal’e tövbe etmemiz lazımdır.
Tevbede sebat ancak
cemaatle mümkündür
Tövbe, Allah’u Zülcelal’in çok büyük bir nimetidir. Ama maalesef, bu ahir zamanda dinimiz bize yabancı olmuştur. Değerli olan nimetlerin değerini, gereği gibi bilmiyoruz. İmandan sonra bizim için en değerli nimet, Allah’u Zücelal’e karşı tövbedir.
Çünkü iman, bir esastır, bir temeldir. O kurulduktan sonra, bu temelin üzerine bazı ameller yapmak lazımdır. Bu ameller de namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetlerdir. Bir de günahlardan muhafaza olmaktır. Bu da imanın icablarındandır. Hepimiz de görüyoruz ki, dünya günah denizi gibidir. Peki insan; “Denize girdim ama ıslanmadım” diyebilir mi? Diyemez. Onun için bu günahların içinden çıktığımız zaman, Allah’u Zülcelal’e dönerek; “Yarabbi! Senden özür diliyorum. Beni af ve mağfiret et” diye tövbe etmemiz lazımdır. Çaremiz budur. Bununla birlikte bazen insan camide tövbe ediyor, daha caminin kapısına çıktığında günaha düşüyor. Bunun sebebi de hakiki olarak tövbe etmemektir. Tövbe de sebat ancak cemaatle olursa olur. İnsan ancak salihlerle bir arada cemaat halinde olursa tevbesine sadık kalabilir. Çünkü o zaman, bir hataya düştüğümüz zaman, hemen bir arkadaşımız bizi uyaracaktır. Çünkü şeytan aleyhillanet diyor ki; “İnsan, tek başına Allah’a yöneldiği zaman, bu benim hiç zoruma gitmez. Onu hemen aldatabilirim. Ama insanlar cemaat olup Allah’a yöneldikleri zaman, benim çok zoruma gidiyor. Çünkü birisini aldattığım zaman, arkadaşı hemen onu düzeltir. Onun için cemaat rahmettir, iftirak azabtır. Mü’minler, ister tövbe ister namaz her ne olursa olsun cemaat şeklinde yapmalıdırlar. Bu Allah’u Zülcelal’in yanında daha makbüldür.
“Senden bir şey olmuyor,
başaramıyorsun” der, aldanmayın!
Şeytanın insanı ümidsiz etmek için çok çeşitli hileleri vardır. Onlardan bir tanesi de insana yol katedemediğini söyleyerek onu salih amellerden geri bırakmaya çalışmasıdır. İnsana gelir, “Şu kadar zamandır şu amelleri yapıyorsun ama hep aynısın” der, “Hiç düzelmiyorsun yahut yol aldığın yok, senden adam olmaz” diyerek vesvese verir. Kulak asmayalım ona! Aldanmayalım. Hem zaten insan bir şey yaparken sadece Allahu Zülcelâl’in rızası için yapar bir şey olmak için değil!
Şeyh Maşuk (Kuddise Sırruhu),şöyle buyurmuştur: “Ben Şah-ı Hazne’nin yanında amel yaparken bir gün, sabah namazında kalbime:
‘Ben burada ne yapıyorum, yemek yiyorum, namaza gidiyorum, vird (günlük zikir dersimi) çekiyorum ama sanki onu da boşuna çekiyorum. Çünkü, bende hiçbir ilerleme olmuyor’ diye, kalbimi meşgul eden bir düşünce geldi. O saat, Şah-ı Hazne’nin beni çağırma zamanı değildi. Baktım, bir çocuk çadırın önüne geldi ve:
– Şah-ı Hazne seni çağırıyor, dedi. Acaba beni neden çağırıyor diye, merakla huzuruna gittim. Bana şöyle dedi:
-Biz buraya geldiğimiz zaman bu otlar ne kadardı?
-Bir parmak kadardı, dedim.
-Şimdi ne kadar oldular? Diye sordu.
-Şimdi de iki parmak kadar oldular, cevabını verdim.
-Peki, bu otlar iki parmak oluncaya kadar, üzerine ne kadar ot geldiğini (ne kadar büyüdüklerini) sen gördün mü?
-Hayır, ben nerden bileyim, ne kadar ot geldiğini, dediğimde.
-Peki, bu gelip gittiğimiz yol çimen idi. Her gün üze rinden yürüyorduk, ne zaman yol oldu? Diye sordu. Yine:
-Bilmiyorum, dedim. Bunun üzerine bana dedi ki:
-İşte, senin amelin de böyledir. Feyz, nisbet senin üzerine geliyor. Ancak, sen hissetmiyorsun. Neden şeytanın vermiş olduğu bu vesveselere kapılıyorsun? Böyle söyleyince, huzurundan kalkıp çadırıma geldim, tesbihimi alıp zikrime devam ettim.”
Kalbimize bu şekilde şeytani vesveseler geldiği zaman, üzerinde durmamamız, önem vermememiz lazımdır. Allah’u Zülcelal insanın zerre kadar amelini dahi zayi etmez. Nitekim, Ayet-i Kerime’de:”Her kim zerre kadar bir hayır işlerse onu görecek; her kim de zerre kadar bir kötülük işlerse onu görecektir.” (Zilzal; 7-8) buyurulmuştur.
Peki, biz huzur bulmak için mi Allah-u Zülcelal’e ibadet ediyoruz? Huzur ister olsun, ister olmasın, nefsimizi ikrah ederek, zorlayarak onu zindana koymalı ve Rabbimizi razı edebilmek için salih amel yapmalıyız. Huzurlu olduğumuz zaman ibadet yapıp, huzursuz olduğumuzda ibadeti terketmek, nefsimiz için çalışmaktan başka bir şey değildir. Nefis istese de, istemese de ibadetlerimizi yapmamız, Allah-u Zülcelal ne hal verirse versin, buna razı olmamız lazımdır.
Allah-u Zülcelal, hepimize razı olacağı salih amel nasib etsin ve kendi fazl-ı keremi ile af ve mağfiret etsin. (Âmin.) Sallallahu ala Seyyidina Muhammedin Nebiyyü’l Ümmiyyi ve ala Alihi ve Sahbihi ve Sellem.