Ahirette Efendimizle Olmak İçin Ne Yapmalıyız?
İslam aleminin iç ve dış problemlerle kuşatıldığı çok zor bir zamandan geçiyoruz. Bu zor zamanda Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemi anlamaya çok daha fazla ihtiyacımız var. Çünkü o da bugünkü şartlara çok benzer zorluklarla mücadele ederek İslam davetini sürdürmüştü. Bugün bize düşen en önemli görev, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin iman kuvvetini, o kuvvetten gelen tevekkülünü ve azmini kuşanmak…
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme, “Sen azim bir ahlak üzeresin” (Kalem; 4) buyurmaktadır. Bu ayet-i kerimenin manasını daha iyi anlamak için onun hayatından sadece tek bir kesite bakalım.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, hem haccetmek hem de ticaret yapmak için gelen kabilelere tebliğde bulunmak için Ukaz, Mecenne ve Zülmecâz panayırlarına giderdi. Fakat Resul-ü Zişan Efendimiz insanları, insanların iki cihan saadetine vesile olacak dine davet ederken amcası Ebu leheb arkasından koşarak kiminle konuşsa, Ona (sallallahu aleyhi vesellem) “İnanmayın ona. O benim yeğenimdir, ben onu sizden daha iyi tanırım” derdi. Hatta Allah Rasulü aleyhisselatu vesselamın mübarek vücudunu kanatacak şekilde taş attığı da olmuştur.
Putperest bir topluma
tevhid dini İslamla gitmek
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin Mekke devrine baktığımız zaman, onun ne kadar zorluklarla kuşatılmış olduğunu görüyoruz. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem İsmail aleyhisselamın soyundan gelen, Kureyş kabilesine mensup bir tüccar idi. Beytullah’ın hizmetlerini görmeyi ve ziyaretçilerini ağırlamayı kendileri için en büyük şeref addeden bu kabile, geçimlerini ticaretle karşılıyorlardı. Çünkü Mekke yalçın kayalarla ve çöllerle çevrili, ziraata elverişsiz bir yerdeydi. Kureyş’in önde gelenleri, “îlâf” adı verilen ticaret antlaşmaları sayesinde Arap yarımadasının çeşitli bölgelerinden temin ettikleri ürünleri, Suriye ve Irak’a götürerek satar ve onlardan bölge halkının ihtiyacı olan ticarî metalar alarak Hacca gelenlerin alışveriş yapması için kurulan panayırlarda satışa sunarlardı. Bu da onları yeni bir din getirmiş olan bir Peygambere tabi olmakta tereddüte düşürüyordu.
Çünkü mevcut putperestlik düzenini, kendileri için bir ticaret vasıtası haline getirmişlerdi. Birçok kabilelerin kendilerine mahsus putları vardı ve onlardan birer numune Kabe’ye doldurulmuştu. Böylece üç yüz altmış kadar putla dolu olan Kabe’yi ziyarete gelenler, Mekke’de ticari canlılığa vesile oluyorlardı.
Yeni bir din getirmek demek, hem Araplar arasındaki putperestliğe karşı çıkarak onlarla menfaat sağlayan ilişkileri koparmak, hem de ticari ilişkiler yürüterek dünyevi menfaat elde ettikleri Hıristiyan, Yahudi ve Mecusilerle dini bir rekabete girişerek, düşmanlıklarını celbetmek demekti. Halbuki mevcut cahili düzende, kimsenin onları düşman olarak ciddiye aldığı yoktu. Aksine onlar kabile düzeninde yaşayan, yol kesip eşkiyalık yapan, zaman zaman birbirleriyle savaşan başıbozuk gruplardan ibarettiler.
İşte Kureyş’in ileri gelenlerinin, hatta Peygamber aleyhisselatu vesselamın amcalarının dahi İslam’a girmekte bu kadar tereddüt geçirmesi, birçoğunun şiddetle karşı çıkması bundandı. Onlar Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme iman eden köleleri, gençleri, kadınları, aklı ermezler takımı olarak görüyorlardı. Ticaret ve siyaset işlerini bilmeyen, nasıl bir yola çıktıklarını anlamayan zavallılar nazarıyla bakıyorlardı. Medine devrinde de münafıkların önde gelenleri benzer sözlerle moral bozuyorlardı. “Sen Rumlarla savaşmayı oyun mu zannettin?” diyorlardı.
Tam bir imanla Allah’a
teslim olmak zorundayız!
Bugün de fazla bir şey değişmiş değildir. Dikkat edilirse bugün de dünyevi menfaat gayesiyle gayr-i müslimlerle münasebet içinde olanlar, Müslümanların birlik beraberlik içinde dünyada etkili olmasını mümkün görmüyorlar, kendi dinlerini tavizsizce yaşayabileceklerine ve hatta dünyaya adaletli bir barış getirebileceklerine inanmıyorlar. Bunu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayal gibi görüyor, mevcut durumu korumak için yabancı müttefiklerle işbirliklerini sürdürüyorlar. Müslüman kardeşiyle işbirliği yaparak tek bir yumruk olup etkili olmaya cesaret edemiyor, mevcut zillet ve meskenetin sürüp gitmesine aldırış etmiyorlar. Ama ne yazık ki mevcut durum gösteriyor ki eski durumun korunmasının da mümkün olmadığı bir noktaya gidiyoruz.
İsrail devletinin kurulup, ayet-i kerimede Rabbimizin, “Çevresini mübarek kıldığımız”(İsra, 1) diye zikrettiği Mescid-i Aksa’yı işgal altına aldığı günden bu yana Filistinli kardeşlerimiz türlü türlü eziyetlere katlanarak mukaddes beldeye sadakatlerini sürdürmeye çalışıyorlar. Irak’ın işgaliyle başlayan, ‘Müslüman’ı Müslüman’a kırdırma fitnesi,’ Suriye’de altı yıldır devam eden insanlık dışı dram ile devam ediyor.
Sahipsiz Arakan Müslümanları sistemli soykırıma tabi tutuluyor. Balkanlarda Müslümanlar camilerini restore etmekte, dinlerini yaşamakta çeşitli sıkıntılarla karşılaşıyor, gençler dinlerini bilmiyor. Sovyetler yıkılsa da Rusya’nın hegemonyasından kurtulamayan Türki cumhuriyetlerde, yoksul Afrika ülkelerinde misyonerler cirit atıyor, yetim çocuklar Hıristiyan ülkelere kaçırılıyor. Ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar malum. Civarındaki mazlum coğrafyalardan kaçan muhacirlere ensar olmaya çalışan halkımız, iç savaş girdabına sürüklenmek isteniyor. Kısacası ateş çemberi daralıyor.
Şimdi Müslümanlar olarak bir yol ayrımındayız. Ya Ebu Leheb’lerin gittiği korkaklık ve dünyaperestlik yolundan gideceğiz, mevcut durumumuzu korumak adına; gittikçe yaklaşan tehlikeye karşı hiçbir şey yapmayacak, yapanlara da kem gözle bakacağız. Yahut Ebu Bekir radıyallahu anh başta olmak üzere Ashab-ı kiram gibi, inanacağız, Allah’ın vaadinin hak olduğuna güveneceğiz, tevekkül edeceğiz ve bu fani varlığımızı Allah yolunda kullanıp, harcayarak önce kendi ebedi saadetimizi temin edecek sonra dünya mazlumlarının kurtuluşuna vesile olup kat kat mükafat alacağız.
Bugün de her zaman olduğu gibi en fazla ihtiyacımız olan tam bir iman ile Allah’a teslim olmak!
Eğer samimi bir kalple teslim olursak Allah’ın hidayeti ve yardımı bizimle olacaktır. Eğer Allah’ın dinine hizmet etme yoluna koyulmuş, tıpkı Peygamber aleyhisselatu vesselamın ahlakı gibi yumuşak ama kararlı bir üslupla, tavizsizce Allah’ın dinine davet etmeyi sürdüren Allah dostlarının etrafında birleşirsek, inşaallah Rabbimiz bize vaad ettiği yardımını nasip edecektir.
Esasen bizim vazifemiz elimizden geldiği kadar çaba göstermektir. Biz zaferden değil; seferden sorumluyuz, netice Allah’a aittir. Elbette imtihanlara uğrayacağız ama önemli olan o anlarda da inancımızı muhafaza etmektir.
“Dinimizi kimden alıyoruz?”
Bugün İslam alemi iki milyara yaklaşan çok büyük bir nüfus potansiyeline sahip. Müslümanların çoğunlukta olduğu elli kadar ülkenin yanı sıra birçok ülkede de Müslüman azınlıklar mevcut. Elhamdülillah, sabır ve sebatla dini tebliğ ve irşada devam eden Allah dostlarının vesilesiyle bütün İslam toplumlarında damar damar yayılan İslami uyanışı görmek mümkündür. Bu safhada en çok ihtiyacımız olan, her zaman olduğu gibi, nefsimize uyarak, dünya sevgisine kapılarak yanlış yollara sapmamak, doğru yolda sebat etmektir. Çünkü daha önceki ümmetlerin başına gelen fitnelerin bizim de başımıza geleceği bize on dört asır öncesinden haber verilmiştir.
Bugün de böyle kendi indi kanaatlerini veya körü körüne bağlılıkla saplandığı mensubiyetlerini din zanneden kişi veya gruplar akılları karıştırıp gönülleri bulandırabiliyor. Bugün İmam Malik rahmetullahi aleyhe ait olduğu rivayet edilen, “Dininizi kimden aldığınıza dikkat edin” sözünü kendimize rehber etme zamanıdır. Takvalı olmanın, yani önüne geleni yapmayıp, kendi aklından fetva uydurmaya yeltenmeyip, araştırarak, dine uygun olduğundan emin olarak hareket etmeye çalışmanın tek kurtuluş çaremiz olduğunu unutmamalıyız. Çünkü her ne kadar Allah’ın nasip etmesiyle, Müslüman bir anne babadan doğmuş olsak da iman bize miras değildir; bizim kendi imanımızı son nefese kadar muhafaza etmemiz gerekmektedir. Kalbimizdeki iman nurunu karartacak her şeyden sakınmak birinci önceliğimiz olmalıdır.
“Bu benim sünnetimdir”
Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki: “İyi biliniz ki ben sizden önce gidecek ve sizi bekleyeceğim! Dikkat ediniz; (yarın âhirette) sizinle buluşma yerimiz Kevser Havuzu’nun başıdır. Yarın benimle buluşmak isteyen, elini ve dilini günahtan çeksin!..” (Buhârî, Salât, 80; İbn-i Sa’d, II, 227)
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemi seviyoruz, onun adını zikrettiğimiz zaman salavatlar okuyoruz, mahşer günü ona kavuşmayı, şefaatini umuyoruz. Ama mahşer günü bizi onun sancağı altına bizi kabul edecekler mi, bilmiyoruz.
Bilhassa üç ayları idrak ettiğimiz bu mübarek mevsimde, bize düşen en büyük vazifenin kendi nefsimizi hesaba çekmek olduğunu unutmamalıyız. Etrafta olup bitenler bizi kendi kulluğumuzda ihmalkarlıklara düşürmemeli. Dünyayı değiştirmek için önce kendi nefsimizi düzeltmeliyiz. Eğer bu mübarek günlerde namaz, oruç, Kur’an kıraati ve evrad-u ezkarımıza taze bir hevesle ehemmiyet verirsek muhakkak ki Rabbimiz kalbimize basiret nuru verecektir. Böylece zamanımızın bulanık fikirlerinden etkilenmeden dosdoğru yolu görmemiz nasip olacaktır. Çünkü Rabbimiz, kendisine karşı takvalı olup, gönülden yönelenlerin gönlüne doğruyu yanlıştan ayırt etme gücü olan furkanı vereceğini vaad etmiştir: “Ey iman edenler! Allah’a karşı takva sahibi olursanız O, size bir furkan verir ve hatalarınızı örter, size mağfiret de eder. Allah büyük lütuf sahibidir.”(Enfâl; 29)
Esasen bu yol Peygamber aleyhisselatu vesselamın yoludur. Resul-ü Zişan Efendimiz, Mekke devrinde, on üç yıl gibi bir zaman boyunca, kendisine iman eden bir avuç yoksul ve aciz sahabesiyle birlikte Allah’ın ayetlerini okuyor, emredilen ibadetleri yapıyor, eline geçeni o yoksullara harcıyor ve başına gelenlere sabrediyordu. O sabır yıllarının ardından hicret yolu göründü ve sabredilmesi gereken yeni zorluklar, yapılması gereken yeni fedakarlıklar belirdi. Ama o ve ashabı bunlara güç yetirecek kadar diri bir iman nuruna ve nefis hakimiyetine sahiptiler artık.
Zaten Allah-u Zülcelâl de böyle yapmayı emretmiştir: “Ey inananlar, sabretmek ve namaz kılmakla Allah’tan yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerledir.” (Bakara; 153)
Sahih bir itikat üzere salih amel yapan, Allah’ın emirlerine itaat eden ve kendini kötülüklerden alıkoyan her insan eninde sonunda Allah’ın yardımına kavuşacaktır. Nasıl ki Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ve ashabı, Allah’ın emirlerine itaat etmek neticesinde dünyada da aziz oldular, ahirette de büyük mükafata kavuştular, bunun bizim için de gerçekleşmesi zor değildir.
En güzel tarafı da şu ki, doğru yolu seçtiğimiz zaman bu yolda yalnız olmayacağız. Allah için sevdiğimiz rehberlerimiz ve ihvan kardeşlerimizle maddi manevi yardımlaşacak, işbirliği yaptığımız gibi aynı zamanda birbirimize manevi güç de aşılayacağız. Bunun için de yine nefislerimizi tezkiye etmemiz gerekiyor. Aramıza şeytanın husumet ve nefret sokmaması için daima nefsani duygularımıza karşı muhalefet halinde olmamız gerekmektedir. Zaten Peygamberimizin sünnetlerinden uyulması en evveliyetli olanı da budur.
Enes bin Malik radıyallahu anh anlatıyor: “Hz. Resulullah bana şöyle buyurdu; “Eğer kalbinde hiçbir kimseye karşı kin taşımadan sabahlayıp akşamlamaya gücün yeterse bunu yap. Bu benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimi ihya ederse, beni ihya etmiş olur. Beni ihya eden ise, benimle birlikte cennettedir.” (Tirmizi, ilim; 16; İbni Mace, Mukaddime, 15)
Allah-u Zülcelâl, bizleri Peygamberimizin ümmeti olmaya layık eylesin, onun üstün ahlak ve faziletlerinden bir hisse bizlere de nasip eylesin. Amin.