DÜNYAYA KARŞI TAVRIMIZ NASIL OLMALI?
“Gerçek hayat; sadece ahiret hayatıdır!..”
Kıssaların en güzeli
Hz. Yûsuf’un kıssasını hepimiz biliriz. Rabbimizin, “Ahsen’ul kasas,” yani kıssaların en güzeli diye tavsif ettiği hikâyenin ilk kısmında Hz. Yusuf aleyhisselam, kardeşlerinin zulmüne uğrayarak baba ocağından koparılır ve köle tüccarlarının eline düşer. Hizmetinde bulunduğu efendisinin evinde de başına büyük bir imtihan gelir. O sadakatli ve iffetli kalmak için zindanı, kadınların cazip teklifine tercih eder ve yıllarca hapis yatar. Ancak bütün bu çilelerden sonra Allah-u Zülcelâl’in ona nasip ettiği ilim sayesinde Mısır Melikinin danışmanlığına ve hazine bakanlığına getirilir.
Bu dünyevî servet ve makama kavuşmasından daha büyük bir mükâfat olarak Hz. Yusuf aleyhisselam babasına ve kardeşi Bünyamin’e de kavuşur. Kendisine kötülük yapan kardeşlerine de en güzel cevabı, affederek ve ihsanda bulunarak verir.
Hz. Yusuf aleyhiselamın
rahatlıktaki tutumu
Hz. Yusuf aleyhisselamın bütün bu nimetlere kavuştuğu zaman sergilediği tutum, müminler için en güzel örnektir. Öncelikle kavuştuğu bu nimetleri Rabbinden bilip şükreder: “Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin ve bana sözlerin yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin…”
Ve hemen ardından yaptığı dua muhteşemdir: “…Benim canımı Müslüman olarak al ve beni salihlerin arasına kat.”(Yusuf; 101)
İnsanoğlu dünyada ağır musibetlerle imtihan edilince ölümü biraz olsun temenni eder ama nimetlere kavuşunca çoğunlukla uzun yaşamak, bunların tadını çıkarmak ister. Ekseriyetle de nimetlerin zevkine daldıkça Allah’a kavuşacağı, ahiret yurdunu unutur, ihmal eder.
Ama Hz. Yusuf aleyhisselam hadiselerden ibret alan, onların yorumunu sezen arif bir kul olarak tam tersini yapıyor; nimetlerin zirvesine çıktığı anda ölümü düşünüyor. “Acaba son nefeste Müslüman olarak canımı verebilecek miyim? Yahut salihler zümresine dahil olabilecek miyim?” diye endişe çekiyor.
Allah’ın dünyada müminlere de kafirlere de nimet verdiğini düşününce, “Bu nimetlere erişmem benim iyi kul olduğumu ispat etmez. Rabbim beni sıkıntılarla imtihan ettiği gibi şimdi de nimetlerle imtihan ediyor. Acaba bu son imtihanı da geçebilecek miyim?” diye daima kendini murakabe altında tutuyor.
Belki kavuştuğu bu dünyevi nimetler onu ürkütüyor; “Acaba bütün mükafatı dünyada alıp, ahirette mahrum mu kalacağım?” diye korkuyor.
Dünya kendilerine
gülünce endişelenirlerdi
Sahabe-i kiramın da fetihlerle beraber bol nimete kavuşmalarından sonra bu endişeyi çektiğini görüyoruz. Abdurrahman bin Avf radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ahirete irtihalinden sonra, eski günleri yâd ederek daima ağlardı. Bir gün kendisine yemek ikram edilmişti, kendisi ise oruçluydu. İftar saatini beklerken Efendimizle geçen günlerine dair bir hatıra anlatması istendi. Hemen hatırasını anlatmaya başladı:
“Benden çok hayırlı olan Mus’ab bin Ümeyr radıyallahu anhu şehîd olduğunda, onu bir kumaş parçası ile kefenledik. Başını örttüğümüz zaman, ayakları açık kalıyor, ayaklarını örttüğümüz zaman başı açık kalıyordu. Hz. Hamza radıyallahu anhu şehit oldu, o da benden çok üstündü. Onu da zor şartlar altında defnettik. Onlar benden çok hayırlı oldukları halde mükafatlarından dünyada hiçbir şey almayıp, hepsine ahirette kavuştular. Sonra bize dünya kapısı açıldı, türlü türlü nimetlere kavuştuk. Bunların hesabını nasıl vereceğiz? İyiliklerimizin karşılığını bu dünyada almaktan ve ahirete bir şey kalmamasından korkarım” deyip ağlamaya başladı.
“… Gerçek hayat;
sadece ahiret hayatıdır!”
Sahabe-i kiram hazeratı bu ahlakı, en güzel örnek olan Peygamber efendimizden öğrenmişlerdi. Efendimiz aleyhisselatu vesselam Mekke’nin fethi günü, devesinin sırtındayken, başını secde eder gibi eğerek şehre girdi. Bir zamanlar kendisine hakaret eden, canına kast edip şehrinden çıkmaya mecbur edenleri affediverdi. Hatta gönülleri bile incinmesin diye kafir olarak ölen atalarının kötülüklerinin anılmamasını sahabesine tembih etti.
Yüz bin kişiden fazla müminle Veda Haccı için Arafat dağında toplandığı gün de müminlerin çokluğunu görünce, ashabının çokluğa bakarak gurura kapılmamaları için, sesli sesli, “Allah’ım! Gerçek hayat sadece ahiret hayatıdır” diyordu.
Peygamberimiz, dünya hayatını, daima asıl yerleşilecek yurdun ahiret alemi olduğu, insanın bu dünyada sadece bir yolcu olduğu şuuruyla sürdürdü. Üzerinde uyuduğu sert ve kaba hasır, vücuduna iz bıraktığı zaman “Benim bu dünya ile ne işim olur, sadece geçip giden bir yolcuyum” diyordu.
Ama efendimizin dünya hayatına dair bu sözleri; dünyayı önemsememe, hayatı boş verme, manasında değildi! Aksine bu onu hayatı ciddiye alıp bir sermaye olarak değerlendirmeye yönlendiren bir “farkındalık” haliydi.
Efendimiz aleyhisselatu vesselam, Allah yolunda birçok hizmetler için girişimde bulunuyor, çok çalışıyor, tehlikeleri göze alıyor ve bu yolda karşılaştığı sıkıntılara da bu şuur haliyle katlanıyordu. Mesela Hendek harbi öncesinde, çok zor günler geçiriyorlardı. Kıtlık ve savaş söylentilerinin sebep olduğu kesatlık sebebiyle karınlarını doyuramıyorlardı. Kazı çalışmalarında enerji harcıyorlar, yorgun ve bitap düşüyorlardı. Münafıklar söylentiler yayarak ve paylarına düşen işten kaytararak moral bozuyorlardı. Efendimiz o günlerde de, “Asıl hayat ahiret hayatıdır” buyurarak ashabına maneviyat aşılıyordu.
Asıl hayat, ahiret hayatı olunca dünya önemsizleşmiyor aksine ebedi hayatı kazandıran bir yarış olarak çok daha büyük bir önem kazanıyordu.
“Bir garip, hatta
bir yolcu gibi ol!”
Peygamber efendimizi en iyi anlayanlar, onun dizi dibinde yetişmiş âlim sahabelerdir. Onlardan biri olan Abdullah ibni Ömer radıyallahu anh şöyle anlatmıştır: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün omzumdan tuttu ve “Dünyada bir garip, hatta bir yolcu gibi ol!” buyurdular. Hz. Abdullah ibni Ömer Hazretlerinin nasıl anladığına bakalım. “Ravi devamla: “Akşama erdin mi sabahı bekleme, sabaha erdin mi akşamı bekleme (sonra yaparım diye ihmal etme, hemen yap.). Sağlıklı olduğun dönemde hastalık halin için hazırlık yap. Hayatta iken ölüm için hazırlık yap!” buyurmuşlardır. (Buhârî, Rikâk, 3)
Peygamberimiz garip gibi, yolcu gibi ol, dediği zaman Hz. Abdullah evlenecek, çocuk sahibi olacak yaşta, genç bir sahabeydi. Efendimizin hiç kimseye dünyayı terk edip inzivaya çekilmeyi emretmediğini de biliyoruz. Demek ki garip gibi, yolcu gibi ol, demek, “dünyayı bir çalışma yeri bil” manasına geliyordu. Yolcu, vatanına kavuşuncaya kadar daima hareket halinde, çalışıp çabalar vaziyette değil midir?
Dünya bizim için bir gurbet diyarı değil mi? Nasıl ki gençler çalışıp para biriktirmek için gurbete gidince, “Hangi işte daha çok kazanabilirim” diye bakar. Bulabilirse iki işte çalışır veya fazla mesaiye kalır. Fazla masraf olmasın diye handa, ucuz bir oda kiralar, pazardan birkaç kap kacak alır. Günlerini basit yemeklerle geçirir ki, daha çok para artırabilsin. İşte bizim halimiz de bu olmalı; asıl vatanımıza çok kazançla dönmenin hesabında olmalıyız. Çok çalışıp sevap biriktirmeli, bu dünya zevklerine dalarak nasibimizi eksiltmemeliyiz.
Uğruna kavga ettikleri
dünyadan göçüp gittiler
Bilhassa gönlümüze iz bırakacak meşguliyetlerden sakınıp daima Allah-u Zülcelal’e ve Allah için sevdiklerimize kavuşacağımız zamanı özlemeliyiz. Bizim sevdiklerimiz hep bu dünyadan göçmüşler, Peygamber efendimiz, ashabı kiram, evliyalar, eski peygamberler, salih müminler… Hz. Yusuf aleyhisselamın onların arasına dahil olmak için dua ettiği gibi dua etmeli, onlara kavuştuğumuzda bizi mahcup edecek şeylerden kaçınmalıyız.
İşte dünya böyle yaşanırsa değer kazanır, yoksa dünya hayatı, sırf dünyada kalacak olduktan sonra ne kadar değerli olabilir ki?
Bir kıssa anlatılır. Bir zamanlar, tek gözlü ama çok azimli, çalışkan bir adam, taşlık bir arazi almış. Taşlarını ayıklayıp güzelce kazmış, fidanlar dikmiş, su bendleri açıp sulamış, güzel bir bağ haline getirmiş. Sonra karşısına geçip, biraz da böbürlenerek; “Ey toprak, işte nihayet gerçek sahibi buldun”demiş. Topraktan Allah’ın izniyle şöyle bir cevap gelmiş; “Ey tek gözlü adam, seninle beraber üzerimden bin tane sırf tek gözlü sahip geçti; bir de iki gözlüleri var sen hesap et!”
Evet, bizim gibi niceleri gelip geçti. Yediler, içtiler, binalar yaptılar, nesiller çoğalttılar, eserler yazdılar, devletler kurdular, konuştular, tartıştılar… Hani şimdi neredeler? Uğruna kavga ettikleri dünya, daha nicelerini misafir ediyor, onlar ise asıl yurtlarına varıp yerleştiler.
Bir arkadaşım, Eyüp’teki tarihi bir mezarlık hakkında bir el yazması eserin yayına hazırlanmasında görev almıştı. Bu mezarlık, Osmanlının çöküş döneminde siyaset ve memuriyet hayatından gelip geçenlerin son istirahatgâhı imiş ve onların birbirlerine olan husumetlerini, gammazlıklarını ve entrikalarını anlatıyordu. Eseri yazan kişi ibret olsun diye, hepsinin aynı mezara defnedildiğini ve bir zaman sonra hepsinin unutulup gittiğini gözler önüne sermiş. Dünya hayatı, eğer Allah’a ve Allah’ın vaad ettiklerine kavuşacağımız ahiret alemi için değilse ne manası var ki?
Endişe etmemiz gereken bir husus da dünyayı, nefsani zevkler, mal, makam ve benzeri şeyler için sevmenin Rabbimiz tarafında “bir kâfirlik sıfatı” olarak zemmedilmiş olması. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem insanları yalnız Allah’a kulluk etmeye davet ettiği zaman, bilhassa zenginlerin çoğu büyüklendiler, yüz çevirdiler. Onları zemmeden ayetler, peşin dünya zevklerine düşkünlük göstererek sevip, ahirete karşı ilgisizlik gösterdiklerine dikkat çekiyor: “Hayır! Doğrusu sizler bu peşin dünyayı seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz.” (Kıyamet 20, 21)
Tefsir alimleri Kuran-ı Kerim’deki ayetleri açıklarken, ilk bakışta zaid, yani fazla gibi görünen bazı ifadelerin, biraz düşünülerek anlaşılacak bir maksadı olduğunu söylerler. Mesela buna en iyi örnek, kafirler hakkında “O (Peygamberin getirdiklerini) tasdik etmedi ve namaz kılmadı” (Kıyamet; 31) buyrulmasıdır.
Kafirler namaz kılmaz, kılsa da zaten kabul olmaz. O halde neden namaz kılmadığı ayrıca belirtiliyor? Çünkü Allah-u Zülcelal kafirin üzerinden sevmediği bir sıfatı zemmederek anıyor ve onların bu halinden sakınmamızı tembihliyor.
Allah-u Zülcelal Peygamberlerin, evliyaların ve salih kimselerin mümeyyiz vasıflarını nasıl onların yolunda yürümek isteyenlere örnek olarak methediyorsa, şeytanın, kâfirlerin ve fasıkların da ayırt edici özelliklerini de vurgulayarak onlardan sakınmayı öğretiyor.
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin, “Her namaz kılmayan kâfir olmaz, ama kafirler namaz kılmaz” derken işaret ettiği gibi, namaz kılmamak küfür değilse bile bir kafir sıfatıdır. Aynı şekilde, pek çok ayet-i kerimede kafirlerin dünya hayatına düşkün oldukları da vurgulanıyor.
Öyleyse bizler kendimizde müminlik sıfatlarını çoğaltmalı, kafirlerin sıfatlarından sakınmalıyız. Çünkü kişi bir topluluğun hayat tarzına tabi olursa onların ahlakıyla ahlaklanır ve en sonunda itikadı da onlarınkine benzer.
Sekülerizm (Dünyevileşme)
Gerek İslam tarihinde, gerek ülkemizde dinden uzaklaşmanın nasıl gerçekleştiğini inceleyecek olsak, dünyevileşmenin etkili olduğunu görürüz. Dünyevileşmek, modern söyleyişle sekulerizm, hayatı sırf dünya hayatından ibaret saymak demek. Bunun bariz bir özelliği dünyaya profan yani kutsalsız, sınırsız, sırf maddi gözlükle bakmak demek.
Allah-u Zülcelal müminin dünyayı bir yarış ve kazanım yeri olarak görmesi için her şeye iyi ve kötü puanlar koymuş, helal ve haram çizgileri çizmiş. Bu müminin gözüne takması gereken bir gözlüktür. Nasıl ki bazı gözlükler var ki, ısıya duyarlı olduğu için karanlıkta bile önünde kaçan canlıları görmeni sağlıyor. Bunun gibi nefsimizin gaflet sarhoşluğuna daldığımız bu âlemde Allah’ın hükümleri bize bazı uyarılarda bulunarak şuurumuzu ayık tutuyor.
Kuran-ı Kerim ve sünnet-i seniyye, dünya hayatı denilen bu mayınlı araziden tehlikesiz geçip gitmek için bir harita sunuyor. Dünyadan bu haritanın rehberliğinde geçersek kurtuluyoruz, aksi halde her an tehlikelere maruz kalıyoruz.
Allah-u Zülcelal bizi dünyanın kölesi olmaktan sakındırsın, dünyaya Allah’ın hükümlerini hâkim kılmayı nasip eylesin. Amin.