HİKMET PINARI / Allah-u Zülcelâl’in Azameti ve İnsanoğluna İkramları
HİKMET PINARI
Allah-u Zülcelâl’in Azameti ve İnsanoğluna İkramları
Hayrünnisa Hanım
يَا رَبِّ لَكَ الْحَمْدُ كَمَا يَنْبَغِي لِجَلاَلِ وَجْهِكَ وَلِعَظِيمِ سُلْطَانِكَ
“Ey Rabbim! Zât’ının Celal’ine ve Hâkimiyetinin azametine layık şekilde Sana hamd olsun.”
Allah-u Zülcelâl, yerde ve gökteki her şeyi insanın istifadesine sunmuştur. Gökyüzündekilerden; güneş, ay, yıldızlar, bulutlar… bunların tamamı insanın hizmetindedir. Yeryüzünde ise hayvanlar, ağaçlar, sular, denizler ve denizlerde yüzen gemiler yine insana hizmet için yaratılmıştır. Bunun dışında da pek çok faydalı şey vardır ki, hepsini tek tek saymaya güç yetmez.
Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:
اَلَمْ تَرَوْا اَنَّ اللّٰهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ وَاَسْبَغَ عَلَيْكُمْ نِعَمَهُ ظَاهِرَةً وَبَاطِنَةًؕ وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللّٰهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُنٖيرٍ
“Allah’ın, göklerde ve yerde bulunan şeyleri hizmetinize verdiğini, gizli ve açık nice nimetleriyle sizi bezediğini görmez misiniz? İnsanlardan öyleleri vardır ki bir bilgi, bir rehber ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında tartışmaya kalkışırlar.” (Lokmân; 20)
Rabbimiz ayet-i kerimede, “Allah-u Zülcelâl sizlere yer ve göğün içindeki her şeyi sizin için musahhar kılmadı mı?” buyurmaktadır. Ayetin başındaki hemze, istifham hemzesidir ve nefiy edatının başına gelmiştir. Yani soru şeklinde gelen: “Görmez misiniz?” İfadesi aslında bir şeye dikkat çekmek içindir.
Yüce Rabbimiz, kullarının dikkatini bir meseleye çekmek ve tefekkür etmelerini sağlamak için bazı ayetlerine soru ile başlar. Burada da: “Görmediniz mi? Size yeryüzünü ve gökyüzündeki her şeyi musahhar kılmadı mı? Rabbiniz bunları sizin hizmetkârınız kılmadı mı?” buyurur.
“Ve O, sizin üzerinize zahirî ve bâtınî nimetleri bol bol verip sizi onlarla süsledi.”
İbn Abbas radıyallahu anh bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken, ayette geçen “zahirî ve batınî nimetler” ifadesini İslâm olarak yorumlar. İslâm, insanın hem zahirini (dış görünüşünü ve yaşantısını) hem de batınını (kalbini ve maneviyatını) güzelleştirir. İslâm hem maddî hem manevî bir nimettir. Allah-u Zülcelâl bizi İslâm nimetiyle süslemiştir.
Hz. Ömer radıyallahu anh bir gün bir yerden geldiğinde, Yemen’de bazı valiler onu karşılamak için süslü kaftanlar giymişlerdi. Hz. Ömer radıyallahu anh bu duruma bakarak sordu:
“Bu yaptığınız nedir?” Valiler cevap verdi:
“Ya Emirü’l-Müminin, sizi karşılamak ve İslâm’ı üstün göstermek için bunu yaptık.” Hz. Ömer radıyallahu anh şöyle buyurdu:
“Allah-u Teâlâ bizi İslâm ile aziz kılmıştır. Ne zaman ki İslâm’ın dışında üstünlük ve azizlik ararsak, Allah bizi zelil kılar.”
Üstünlük, azizlik, yücelik İslâm’dadır. Ne kadar İslâm’ı yaşamaya gayret edersek, o kadar aziz oluruz.
İmam Mücâhid rahmetullahi aleyh ise bir tefsirinde, (Lâ ilâhe illallah) sözünün zahirî nimet, bu sözü kalbin tasdik etmesinin ve Allah-u Zülcelâl’e marifetullaha uygun bir şekilde iman etmenin ise batınî nimet olduğunu belirtir. Dil ile yapılan ibadetler, zikirler ve bedensel ameller zahirî nimetlerdir; kalbin Allah’ı hakikatle bilmesi ve tasdik etmesi ise batınî nimetlerdir.
Bazı müfessirler, bu ayeti İslâm’ın bütününü kapsayan bir nimet olarak tefsir eder. İnsan, İslâm’ı yaşadığı zaman hem maddî hem manevî huzura kavuşur ve Allah-u Teâlâ katında aziz olur.
Ayetin devamında şöyle buyrulur:
“İnsanlardan kimi vardır ki ne bir ilme ne bir hidayete ne de aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah-u Teâlâ hakkında mücadele eder.”
Ayetin son kısmı, kâfirler için bir ikazdır. Ancak Müslümanların da bu uyarıdan ders çıkarması gerekir.
Kur’ân, tüm ümmete şamil olarak indirilmiştir ve kıyamete kadar bize hitap eder. Her kelâmını, her ayetini kendimize ders almalıyız.
Allah-u Zülcelâl’in insana verdiği nimetler göz önüne alındığında insanın Rabbine karşı sürekli istiğfarda bulunmasının, tevbe etmesinin gerektiği ortaya çıkar. İnsan eksiktir, acizdir ve nankördür; Allah-u Zülcelâl ise bağışlayandır.
Şu anda Müslümanların içinde bulunduğu durum, acziyet ve zelillikten başka bir şey değildir. Bütün İslâmi değerlerin yerle bir olması, kulluk görevimizdeki eksikliklerin bir sonucudur. Bu nedenle Allah-u Zülcelâl’in ayetlerini okuduğumuzda, onları kalbimize nakşetmek ve aklımızda yer edinmelerini sağlamak önemlidir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurmuştur:
“Kalbinde ve aklında Kur’ân’dan bir kelam bulunmayan bir insan, harabe bir eve benzer.” (Tirmizî, Fazâilü’l-Kur’ân 18. Ravi: İbn Mes’ûd radıyallahu anh)
Bu nedenle ayetleri kalbimize yerleştirelim, tutunalım; mümkünse ezberleyelim ki sürekli hatırlayalım ve hayatımıza tatbik edelim.
Allah-u Zülcelâl’in Şe’n Hali
Rahman Suresi’nde de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Yer ve göğün içindekiler, her zaman Ondan isterler (muhtaçtırlar); Allah-u Zülcelâl ise daima kullarının istemelerine sürekli olarak karşılık verme hâlindedir.”
Ayette geçen “Şe’n” kelimesinin manası budur. Yani Rabbimiz, kimi kullarını öldürür, kimi kullarını diriltir; can verir, hayat bağışlar. Kimi kullarının dualarına icabet eder, kimilerini içinde bulundukları imtihanlardan selamete çıkarır; bazılarını hasta kılar, bazılarına şifa verir; bir kısmına rızık verir, bazılarının ise ellerindeki rızkı alır.
Yer ve gök her daim O’ndan ister, Allah-u Zülcelâl de daima verme hâlindedir. Allah-u Zülcelâl’in lütfu ve ikramı için hiçbir engel yoktur ve hiçbir güç O’na mâni olamaz.
Tefsirde buyurulur ki: Allah-u Zülcelâl, dua edene icabet eden, isteyenin isteğini veren, hastaya şifa veren ve sıkıntıda olanın sıkıntısını giderendir. Herhangi bir sıkıntı esnasında, Allah’a yönelen kullarının duasına hemen cevap verir. Günah işleyenlerin tevbesini affeden O’dur. Rabbimiz, sürekli olarak bir durum hâlindedir; affeden, veren, şifa veren ve icabet edendir. Yer ve gök Allah’tan müstağni olamazlar; O’na karşı ihtiyaçsız kalamazlar, daima O’na muhtaçtırlar.
Bu durum, diriltme gücü, öldürme kudreti, bir insanı terbiye etme, esirleri serbest bırakma gibi bütün kudretlerin Rabbimize ait olduğunu gösterir. Bütün sâlih kullar, kendisine yönelen ve seslenen herkes, nihayetinde Rabbimize varır; O, onların bütün dualarının ve taleplerinin son bulduğu yerdir.
Bu ayet-i kerimeler açıkça göstermektedir ki, insan Allah-u Zülcelâl’in kudret ve azameti karşısında ne kadar aciz ve fakirdir; Allah-u Zülcelâl ise sonsuz zenginlik sahibidir. Dolayısıyla fakir kullar O’nun zenginliğine ve rahmetine muhtaçtır.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz bu ayeti kerimeyi okuduğunda, sahabeler şöyle sordular:
“Şe’n nedir?’’
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“O şe’n durumu, günahları affetmektir; yani, istenildiği zaman Allah kullarını affeder. Sıkıntıda olanın sıkıntısını giderir. Bir kavmi yüceltir, aziz kılar; bir kavmi ise zelil kılar.”
Buradaki “kavim” ifadesi hem topluluk olarak hem de bireysel olarak anlaşılabilir. İnsan Allah’a yönelip hakiki manada istekte bulunduğunda Allah onu aziz kılar; Allah’ı unuttuğunda ise onu zelil kılar. İşte Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu ayeti kerimeyi bu şekilde tefsir etmiştir.
Hadisi şerifte İbn Abbas radıyallahu anh buyuruyor ki:
“Allah-u Zülcelâl, Levh-i Mahfuz’u yarattığında, içi beyaz bir inciden (durr) yapılmış sahife yaratmıştır. Levh-i Mahfuz’un iki kapağı kırmızı yakuttandır. Kalemi ve kitabı nurdan olup, sürekli nur saçar. Genişliği, yer ve gök arasındaki genişliğe eşittir. Rabbimiz, her gün 360 defa bu Levh-i Mahfuz’a bakar; her bakışıyla yaratma gerçekleşir. Ya birini öldürür ya diriltir ya aziz kılar ya zelil.”
Dilediğini yapar Allah-u Zülcelâl. İşte İbn Abbas radıyallahu anh Levh-i Mahfuz’un genişliğini, parlaklığını, incilerle süslü iç yapısını ve yer ile gök arasındaki büyüklüğünü bu şekilde açıklamıştır. Rabbimiz, bir gün içerisinde 360 defa oraya bakar ve her bakışında şe’n durumu gerçekleşir.”
Bizler hatalı kullar olduğumuz için Allah’a karşı daima tevbe ve istiğfarda bulunmamız gerekir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurmuştur:
“Bütün Ademoğulları hata sahibidir. Ama hata yapanların en hayırlısı tevbe edenlerdir.” (İbn Mâce, Zühd, 30. Ravi: Abdullah ibn Amr radıyallahu anh)
O yüzden bize düşen, inşâallah, tevbeye sarılmaktır. Zira tevbe, Allah-u Zülcelâl’in kullarına açtığı bir merhamet kapısıdır ve bu kapı kıyamete kadar açık kalacaktır. Ancak insanın o kapıdan içeriye girebilmeyi bilmesi gerekir. İçeriye girdikten sonra ise, üzerinde bazı alâmetlerin bulunması şarttır. İşte bu alâmetler, tevbenin kabûlünün işaretleri mesabesindedir.
Hz. Ali radıyallahu anh demiştir ki,
“Tevbenin kabûlünün bazı işaretleri vardır. Öncelikle Allah’a karşı samimi bir tevbe yapılmalıdır. Daha sonra kullukta değişiklikler gözlenmelidir. Eğer kullukta bir değişiklik olmaz, ihlas üzerine bazı ameller işlenmezse, o tevbe kabûl olmamış demektir. Ayrıca, kişinin üzerinde haklar varsa—borçlar veya herhangi bir kul hakkı gibi—bunları iade etmesi, helallik alması gerekir. Bu tür alâmetler, tevbenin kabûl edildiğinin işaretleridir.”
Hz. Ali radıyallahu anh şöyle belirtmiştir:
“Tevbe ettikten sonra hiçbir değişiklik göstermeden eski hayata devam edilirse, insanın tekrar tevbe etmesi gerekir.”
İmam-ı Şafii rahmetullahi aleyh buyurmuştur ki:
“Kendi tevbemiz için de tekrar tevbe etmemiz gerekir. Çünkü o tevbede dahi eksiklik vardır. Bu nedenle, elimizden geldiğince Allah-u Zülcelâl’in bizden istediği şekilde tevbe etmek gerekir.”
Tevbeyi bir kapının anahtarına benzetebiliriz. Eğer bu anahtar çevrilmezse, o kapıdan Allah’a ulaşmak mümkün değildir. Tevbe edilmeden, Allah’tan özür dilemeden, günahlara, nankörlüklere ve eksikliklere rağmen namaza durmak, adeta hiçbir şey olmamış gibi bir yüzsüzlüktür. Tevbeyle insan, Allah’a karşı acziyetini ve eksikliğini bildirir; ardından salih amelleri üzerine inşa ederek, Allah’ın izniyle makbul hale gelir.
Tevbe Suresi’nde zikredilen üç sahabe örneği, tevbenin hakiki manasını göstermektedir. Ka‘b b. Mâlik, Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Ümeyye. Bu üç sahâbî, sefere katılmadılar, fakat münafıklar gibi yalan mazeret de uydurmadılar. Yaptıklarına son derece pişman olduklarından dolayı da Allah Resûlü’nden affedilmelerini istediler. Efendimiz aleyhisselatu vesselam bu üç sahâbîyi affetmedi. Hattâ vahyin gelmesini beklediğinden, elli gün süreyle onların selâmlarını dahî almadı. Her hâlükârda kendisine tâbî olan ashâbı da aynı şekilde hareket etti. Eşleri dahi onlardan ayrı kaldı. Bu süreçte sürekli tevbe ve istiğfar ettiler. Allah-u Zülcelâl tevbelerini kabûl etti.
Yeryüzü geniş olmasına rağmen göğüsleri daralmıştı; sürekli bir sıkıntı halindeydiler. Bu, hakiki tevbenin alâmetlerinden biridir. Bu üç sahabe, mazeret uydurmamış, tembellikten dolayı katılmadıklarını itiraf etmişlerdi. Doğrulukları nedeniyle Allah-u Zülcelâl tevbelerini kabûl etmiştir. Bu olay, İslâm’da doğruluğun ve samimi tevbenin önemini ortaya koymaktadır.