TEPETAKLAK ÖLÇÜSÜZLÜKLER VE ÇAREMİZ
Nereye gidiyoruz?
Günümüz, gerçekleri ters yüz, ölçüleri tepetaklak eden bir sarmalla insanları esir alıyor. Her şey iç içe girmiş, akla-karayı karıştırarak adeta griliğe mecbur etmiş. Zorlanan insan körelmiş. İlimsizlikle yoldaşlık yapan cehalet de sürece eklenince; hal manzaralar kaçınılmaz olmakta.
Etrafımızda dönen şu çirkin, şu basit gündelik olaylara şahit olduğumuzda insanın düştüğü seviyeyi insanlığın gideceği yeri ürkerek izlemekteyiz. Susacağı yerde konuşan, konuşacağı yerde duranları mı ararsınız? Duracağı yerde vuran, vuracağı yerde kılını kıpırdatmayanları mı? Hakkı gözeteceği yerde hakkı olmayana uzanan her türlü fütursuzlara mı, haddi olmadığı halde kendinde hak görerek her türlü hadsizliği yapanlara mı?
Efendilik yerine zorbalığa teslim olanlar, sevgi yerine kin ve hiddete esir olanlar, adalet yerine bencillikle öfke kılıcını kuşanmışlar, kaderini yaşamak yerine kedere talip olanlar ve daha neleri neleri görmekteyiz ve neleri göreceğiz?
Öyle ki; işin ucu kaçmış! Kim ne dediğini kim ne yaptığını bilmez bir halde! Yani her alanda kaotik bir durum var; nefisler cirit atıyor, nefs mücadelesi nedir bilen yok, şeytanla yoldaşlık kol kola…
Şeytanlaşmış insan, ahlaksızlıklarıyla şeytanları tatile göndermiş neredeyse. Biraz müspet insan arıyorsunuz; işte buldum diyorsunuz. Aldığı eğitime, mensup olduğu camiaya veya aidiyetine bakıyorsunuz, olumlu gibi…
İyi niyet besliyorsunuz. Ancak sonraları görüyor yada farkediyorsunuz ki nefsinin atına binmiş “dörtnala” koşuda…
“Kıl beşi kurtar başı” deyip namazlarını da kılsalar, oruçlarını da tutsalar bir arınmaya giremiyorlar. Rafine olmak yok. Namazı miraç yapmaya yetmiyor az bir gayret. Zira zaman günahların deniz gibi olduğu ahirzaman!
İyi niyetliler iyi niyetlerinden dolayı akılsız muamelesi görüyor. Efendilik ve alçak gönüllülük ise ezilme sebebi. Zulüm, büyüğünden küçüğüne dünyayı istila etmiş. Hiçbir şey yapamazlarsa mütedeyyin insanlarla alay edilmekte, iftira atılmakta ve kara çalınmakta. Oysa acınası olan kendi deformasyonları olduğu halde…
Kıskançlık mı dediniz? O insanların cehennemi. Hem kıskanılan, hem de kıskanan huzursuzluğun ateşine tutuluyor. Sonrası harabe gönüller; viran hayatlara dönüşüyor.
Ucuz hayat anlayışı;
“Ye, iç, tüket, boşalt…”
İnsanlar insanlardan istifade etmeyi kabul etmiyor, faydalanamıyor. Uyarıyorsunuz gittiği yolun yanlışlığını koyuyorsunuz ortaya, yaptıklarının kötü olduğunu söylüyorsunuz size düşman oluyorlar. İz’an kaybolmuş yeryüzünden; kırk yıllık dostu doğru söyledi diye sırtını dönüyor. İyiliğini istedi diye kötü oluyor. Niçin? Fıtratı bozulmuş, tabiatı kaymış. İlim, ölçü, akıl, fikir adama hayır etmiyor. Şeytanın maskarası olmuş. Batıl da olsa, yaptığının yanlışlığını bilse de; içini kemiren galip gelme, intikam alma, sözünü geçirme hastalığının müptelası ya. Zilletli insan işte. Aşağılık duygusuna kapılmış eziklik abidesi. En küçük bir güç verdiğinizde o gücü ilk önce iyilik gördüğü insanlara kullanıyor. Ne yapmak lazım?
“Bırakın sarhoşu yıkıldığı yere kadar gitsin” demek mi? Lakin insansınız, gönlünüz razı gelmiyor. Sözünüz de tesir etmiyor. Bu defa sarhoş naraları herkesi rahatsız etmeye ve çevreye zarar vermeye devam ediyor. Tam bir ahir zaman manzarası…
Demek ki sadece kulaklar sağır olmuyor. Gözler körelmiyor. Gönüllerde sağır ve kör olabiliyor…
Nefsî davranan insana sesiniz, sözünüz yetişmez. Kendine hakikatin kapısını kapatana hiçbir söz, telkin, yardım, uyarı kâr etmez. Şeytanın dostluğuna talip olana, akıl ne yapsın. İlim nasıl tesir etsin?
Hamiyetsizlik hümanizma ile kol kola. Zulüm ve kabalık cesaret olarak algılanmış. Hedefe varmak noktasında her yol mubah görülmüş. Kendinin cahili insan; hata, günah ve insanlık dışı vasıflanma merdivenlerini hızla tırmanmakta. Müslümanlıkla yoğrulmuş yurdumun insanı; kin, garaz, kıskançlık, öfke ve zillet çukurunda debelenmekte. Ne manevi hasta olduğumuzun farkındayız, ne de kendimizden yola çıkarak rabbimizi tanımanın gayretindeyiz. Varsa yoksa gezelim, tozalım, yiyelim, içelim, tüketelim ve boşaltalım olmuş…
Müsrif bir hayatın pençesinde emanet ömrü heba etmenin peşinde, umutsuz ve ufuksuz yaşıyoruz. Hoyratça, hovardaca, basitçe, ölçüsüzce. Ne ahlaki sakatlıklarımızı keşfetme çabasındayız. Ne manevi doktor arıyoruz, ne de hastalığımızı kabulleniyoruz. Sığ, basit ve suni yöntemlerle günü geçiştirme ölçüsüzlüğündeyiz. Efendiliğin acizlik olarak algılandığı, susmanın kusurları kabullenmek sayıldığı, konuşmanın fayda vermeyeceğini anladığınız yerdeki sukutunuzun, birilerine zafer sarhoşluğu yaşattığı zamane insanlarıyız.
Manevi ahlak gül gibi soldurulmuş. Ayna tutana bile öfke duyulur olmuş. Kendisini düzeltmesi için fırsat tanınanlar fırsatı tepmişler. Kendilerine uzanan elleri itmişler, çözümü düzelmek yerine aynayı kırmakta bulmuşlar…
Şimdi bu manzaralar karşısında gel de üzülme! İnsanın düştüğü yer adına, mazlumların uğradığı haksızlıklar, uğradıkları zulümler adına. Ve insanlığın geleceği açısından! Ne âlâ manzaralar değil mi!?
Kendimizi tanımaya ihtiyacımız var!
Peki, “Fotoğrafı ortaya koyduk, tespitler tamam da tamam olmasına, çözüm nedir?” diye sorduğunuzu duyuyor gibiyim.
Çözüme ilk evvela kendimizden başlamamız gerektiğini düşünüyorum. Bir öz eleştiri, bir kendimize dönüş hamlesi gerçekleştirmeliyiz. Bu hastalıkların bizde olma olasılığı nedir? Ne kadarı mevcuttur? Eleştirdiğimiz hususlara kendimizin de düşme olasılığı yok mudur?
Şöyle bir manevi hastalık haritamızı çıkarmamız manevi menfaatimiz için elzem gibi görünüyor. Bunu tespit edebilmek öylesine kolay olmasa gerek değil mi? İlla ilim gerek, illa ölçü gerek! Yoksa ilim bizde gerçek ilim sahiplerine gitmek gerek! Sünneti Rasülullah’a sallallahu aleyhi veselleme teslim olmuş salih kimseleri aramak gerek.
Nasıl ki dişimiz ağrıdığında, gözümüz yandığında, midemiz rahatsızlığında uzmanına gidiyorsak, tıpkı bunun gibi kalp marazları ve nefs hastalıklarımız olduğunda, günaha ve isyana düştüğümüzde de ehline müracaat etmek şarttır. Bu hastalıkların teşhisini koyacak ve tedavisini önerecek gönül doktorlarına ihtiyacımız bulunduğu inkârı mümkün olmayan bir hakikat olarak duruyor önümüzde…
Öyle ise gelin, bize ayna tutacak hak dostu gönül tabiplerinin kapısını çalalım. İlmi yetersizliğimizi, kendimizi tanımadaki eksikliğimizi şikâyet edelim. Güzel ahlak sahibi olmak için azimli olduğumuzu önce kendimize ispat edelim. Ehlullah’ın bize tuttukları boy aynasında nakısiyetimizi (noksanlığımızı) görelim. Görelim ki, hem kendimize hem de çevremize olan ziyanımızı minimize edebilelim. Dünyamız ve ahiretimizi ancak böylelikle imar etmiş oluruz. Aksi mi dediniz; sorunlu, marazlı ve günahkâr bir yapının parçası olmaya devam ederiz.
Allah korusun; huzura düşman, mutsuz insan manzaralarına bir yenisini daha ekleyerek iflas etmişler sıralamasına aday oluruz! Yüce Allah (Celle Celaluhu) bizlere nasıl muhasebe yapacağımızı; hata ve günah yaptığımızda nasıl Rabbimize yöneleceğimizi öğretiyor: “(Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (Araf; 23)
Bizleri bağışla Allah’ım! Bize sevdiklerini sevdir. Dostlarının kapısında kâmil ahlak üzere olanların vasıfları ile vasıflandır bizleri.. Allah yar ve yardımcımız olsun.