DİN ve HAYAT / Felaketler ve İlahi Takdir
DİN ve HAYAT
Felaketler ve İlahi Takdir
Hatice Ergin
Üç aylara kavuştuk ve hasretle beklediğimiz, ayların sultanı Ramazân’a biraz daha yaklaşıyoruz. Bu güzel ay hürmetine; Rabbim, Ümmet-i Muhammed’e yardım eylesin. Geçtiğimiz yıl Şubat ayı, 10 ilimizde meydana gelen iki büyük deprem sebebiyle büyük acılarla geçmişti. Allah-u Zülcelâl bir daha böyle felaketler göstermesin.
Depremin yaralarını sararken Gazze’de büyük bir katliam yaşadık. Yaşanan bu felaketler bazen akıllarda çeşitli sorulara sebep oluyor. Neden bu felaketler şu veya bu coğrafyalarda meydana geliyor?
Hepimizin yaşadığı bir durumdur, arama motoruna birkaç kelime yazıyorsunuz, sizden önce tamamlıyor ve o sıralar çok aranmakta olan bir cümleyi size teklif ediyor. Son zamanlarda böyle sık aranan bir soru; “Deprem Allah’ın gazabı mı?”
Merak edip, acaba ne çıkacak diye tıklıyorsunuz, en üst satırda aceleyle bir cevap yapıştırılmış: bir deprem profesörü: “Deprem Allah’ın takdiri, gazabı ve imtihanı değil. Bu yeryüzü hareketidir. Tektonik hareketlerin ve kırılmaların bir nedenidir,” demiş…
İnfobezite diye bir mefhum hayatımıza girdi. Enformasyon obezitesi yani ihtiyaç olmayan ve sağlıksız bilgilerle beyinlerin adeta hantallaşması, sağlıklı düşünme kabiliyetinin menfi yönde etkilenmesi…
Gıda endüstrisi nasıl ki cazip ama şişmanlatan, sağlığı bozan, suni, katkılı yiyecekler üretiyorsa dijital araçlar, sanal medya ve internet de aynı şekilde sağlıksız bilgileri, aceleyle ileri sürülen düşünceleri hızla dolaşıma sokuyor. Aslında bunlara “bilgi” demek bile yanlış, doğrusu “data.” Veya yeni tabirle; “içerik.”
“Dünya nereye doğru gidiyor?” sorusuna cevap arayan kitaplarıyla tanınan John Naisbitt durumu şöyle ifade etmiş; “Datada boğuluyoruz ama bilgiye açız.”
Her sahada doğru bilgiye olan ihtiyaç ve yanıltıcı bilginin sebep olduğu yanlış kararlar konusu tartışılıyor ve buna çare aranıyor. Bu başlı başına bir tartışma konusu. Biz bu yazıda deprem hadisesi ile birlikte tekrar canlanan itikadi tartışmalarda müslümanların doğru tavır sahibi olmasına yardımcı olacak bir çerçeve çizmeye çalışalım.
Aslında bu çerçeve “doğru cevap budur,” diye bir iddia taşımayacak, yanlış düşüncelerden uzaklaşıp doğruya yaklaşmak için bir pusula görevi görecek. Çünkü bu konunun açıklaması, öyle sanal medyada paylaşılacak kadar kısa, basit olamaz. Sebebi de konunun Allah’ın zatı, sıfatları ve fiilleriyle ilgili olması.
Her Şey Allah’ın Takdiriyle
İster deprem olsun, isterse küçük büyük herhangi bir şey, mutlaka Allah’ın takdiri ile olur. Bu konuda hiçbir tartışma olamaz. Fakat Allah Teâlâ’nın takdiri meselesi bizim anlayabileceğimiz bir mevzu olamaz. Ancak “Allah’ın yarattığı aleme müdahalesi” konusu üzerinde birkaç kelam edilebilir.
Dünyada ve bilhassa bilim dünyasında, üniversitelerde, egemen hale getirilen seküler zihniyet için Allah’ın bu aleme müdahale etmesi diye bir şey yoktur. Her şey sebep sonuç ilişkileri içinde olur. Bunları bilim araştırır, açıklar. Teknolojinin yardımıyla tedbirler alınır.
Determinizm denilen bu görüşe göre kurulmuş bir saat gibi mekanik bir alemde yaşıyoruz. Her şey fen kanunlarına göre tıkır tıkır işliyor. Aslında bu görüş bilimin kendi çalışmalarına bile tam olarak uymuyor. İnsanoğlu bu kadar senedir bilgi ve tecrübe biriktiriyor ama hâlâ önümüzdeki yıl veya mevsim hava nasıl geçecek bilmiyor. Çünkü çok küçük etkilerle çok büyük değişiklikler olabiliyor (kelebek etkisi).
Bütün etkileri, bütün sebep ve sonuçları bilen bir Kudret Sahibinin çok ince müdahalelerle, tabiat hadisesi perdesi arkasından istediğini takdir etmesi bilime aykırı bir şey değil. Yani bir insan ya bilime ya dine inanacak diye bir tercihe zorlanamaz. Ne din ne de bilim bunu zorlamıyor.
Dinin de zorlamadığını görmek için gelin Kur’ân-ı Kerim’de konuyla alakalı ayet-i kerimelere bir göz atalım:
Kur’ân-ı Kerim’de deprem manasına gelen kelimelerin geçtiği bazı ayetler; kıyameti ve mahşeri işaret ediyor:
“O gün yer ve dağlar şiddetle sarsılır. Dağlar, çökmüş kum yığınlarına dönüşür.” (Müzemmil; 14)
Ayet-i kerime, kıyamet sahnesini tasvir ediyor. Tıpkı Zilzâl suresinde olduğu gibi. Bu ve benzeri bazı ayet-i kerimelerde Kur’ân-ı Kerim, esas olarak insanoğluna kendi duyuları ve aklıyla ulaşamayacağı gayb haberlerini bildiriyor.
Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim’de pek çok ayet-i kerimede azap ifadesi, ahiretteki azabı işaret ediyor. Çoğu zaman kullarına gazap etse de dünyada azap etmek için acele etmediğini beyan ediyor. Ayet-i kerimelerden şunları anlayabiliriz;
– Allah-u Teâlâ kullarının yapıp ettiklerine gazab edebilir. Nitekim başka ayeti kerimelerde de Allah’ın rızası, Allah’ın sevmesi, sevmemesi gibi ifadeleri görüyoruz.
Allah-u Teâlâ’nın sevmesi, gazab etmesi nasıldır? Bunu bilemeyiz. Allah-u Teâlâ bize bu kelimeleri seçerek bildirmiştir, ama Allah Teâlâ için manası nedir bilemeyiz.
Deizmin İddiaları
Dünyada bazı inanç ve anlayışlar var ki, Allah’ın yarattıklarına adeta hiç aldırış etmediğini, hiçbir zaman müdahale etmediğini ileri sürüyor. Hatta Peygamber göndermek, vahiy indirmek, kulluk istemek gibi müdahaleleri bile inkâr ediyor.
Deistler diye bilinen bu güruh Allah hakkında bilmedikleri şeyler iddia ediyorlar. Sanki Allah’ın gazab etmesini, ceza vermesini yakışıksız bulurken aslında bir nevi yarattıklarını başıboş bırakmış gibi tasavvur ediyorlar. Allah-u Teâlâ ayet-i kerimede:
“De ki: “O, size üstünüzden ve ayaklarınızın altından bir azap göndermeye ya da sizleri (farklı ve zıt düşüncelere sahip) gruplara bölüp bir kısmınıza diğer bir kısmınızın baskı ve sıkıntısını tattırmaya kâdirdir.” Bak, anlasınlar diye nasıl da ayetlerimizi çeşitli şekillerde açıklıyoruz.” (En’âm 65) buyurarak, kullarına gerek tabiat afetleri gerek sosyal felaketler ile dünyada da müdahale edebildiğini bildiriyor.
– Allah-u Teâlâ kullarına gazab etse de aceleyle bu dünyada hemen başlarına yıldırımlar yağdıracak, melek ordularını indirecek diye bir şey yok.
Hatta “Kötülük problemi” diye bilinen bir felsefe problemi, “Allah’ın gücü her şeye yetiyorsa neden dünyada kötülükler oluyor,” diye itiraz ediyor. Yani genellikle kötümser ateistler Allah’ın dünyaya yeterince müdahale etmemesinden şikâyet ediyorlar. Aslında Allah azze ve celle birçok ayet-i kerimede cevap veriyor:
“Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde kımıldayan tek canlı bırakmazdı. Fakat Allah onları, belli bir vakte kadar erteler. Müddetleri (ecelleri) geldiği zaman, onu ne bir saat erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.” (Nahl, 61)
Bu ayet-i kerimenin de bildirdiği gibi, Allah-u Zülcelâl kullarına hemen her yaptıkları için aceleyle ceza vermiyor.
Allah-u Teâlâ bu alemi insanın yetişmesi, eğitim görmesi, dersler alması ve Rabbini tanıyarak en güzel şekilde kulluk etmesi için bir imtihan alemi olarak yaratmış. Sonsuz ilmi ve hikmetiyle kullarına dilediği şekilde terbiye veriyor, dilediği şekilde ikaz ediyor, dilediği şekilde tezkiye ediyor.
“Yaptıklarınızdan Gafil Değildir”
Allah-u Zülcelâl birçok ayet-i kerimelerde kullarından hiç gafil olmadığını haber veriyor. Bazı ayetlerde, “Her an bir şe’nde” olduğunu bildiriyor. Ancak Allah’ın müdahalelerinin ne zaman ne şekilde olacağını Peygamberler dahi bilmiyor:
“Dediler ki: “Ey Nûh! Gerçekten bizimle tartıştın ve bizimle çok fazla mücadele ettin. Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin azabı başımıza getir!” Nûh dedi ki: “Onu size ancak dilerse Allah getirir. Siz (O’nu) âciz bırakamazsınız. Eğer Allah sizi azgınlığınızın içinde bırakmayı dilemişse, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. O sizin Rabbinizdir ve O’na döndürüleceksiniz.” (Hud; 32)
Ayet-i kerimelerden anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ kullarının yapıp ettiklerine gazap ediyor ama son derece öfkelendirici küstahlıklar karşısında dahi aceleyle kızıp birden helak etmiyor.
Elbette en yüce isim ve sıfatların sahibi olan Rabbimiz işlerini aceleyle değil hikmetle yapıyor. Belki onlara verdiği mühlet dolmadığı için belki daha imana gelecek olanları bildiği için veya Peygamberinin ve müminlerin sabırla olgunlaşmaları, derece kazanmaları için belirlenen bir zamana kadar helak etmiyor. Öte yandan bazı toplumlara ne kadar azgınlık etseler de dünyevi bir ceza verilmemiş olmasının onlar için hayırlı olmadığını da bildiriyor:
“Kâfirler sanmasın ki, kendilerine mühlet veriyor oluşumuz onlar için hayırdır. Ancak günahları artsın diye onlara mühlet veririz. Onlara alçaltıcı bir azap vardır. (Âl-i İmran; 178)
Bu ayet-i kerime, “Neden deprem halkı daha günahkâr olan filan filan yerlerde olmadı da bu bölgede oldu?” gibi sorulara da cevap veriyor.
Esasen Allah’ın dünyada ceza vermek için acele etmesine gerek yok. Zaman nehri hepimizi Allah’ın huzurundaki hesaba doğru götürüyor zaten. Demek ki afetler veya başka musibetler en günahkâr, en azgın kulların cezasını dünyada vermek için gelmiyor.
Mümine Düşen Vazife
İslam tarihinde birçok deprem hadiseleri de meydana gelmiştir. İnsanlık tarihinde deprem, salgın hastalık ve benzeri birçok hadiseler olmuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Uhud dağının üzerindeyken sarsıntı olmuştu. (Buhârî, “Fezâʾilü’s-sahâbe”, 5; Müslim, “Fezâʾilü’s-sahâbe”, 50)
Dünya, emniyet ve refah içinde yaşayıp gideceğimiz garanti olan bir alem değil, bu gibi hadiselerin de olduğu bir imtihan alemidir. Bunların hiçbiri başa gelmese de ömür bitince öleceğiz.
Kur’ân-ı Kerim’de pek çok ayet-i kerime dünyada olup bitecek şeylerin bir kader planına göre meydana geleceğini bildiriyor:
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadid; 22)
İnkarcılar Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme de aynı şekilde meydan okumuşlardı. Rabbimiz:
“Onlar senden, azabı çabuklaştırmanı istiyorlar. Önceden belirlenmiş bir vade olmasaydı elbette azap tepelerine inmişti. Ama onlar farkında olmadan o ansızın kendilerine gelecektir.” (Ankebut, 53) buyurarak, azabın kimsenin istemesiyle değil, önceden takdir edilmiş bir programa göre olacağını haber veriyor.
Rabbimiz her an bir şe’nde olmakla birlikte hikmet ve kemâlât icabı işlerini bir kader programına göre yürütüyor. Bununla birlikte müminler, kulluk edebi icabı her şeyi istiğfar etmek, Allah’a sığınmak, Allah’ın yardımını istemek için bir vesile bilmeli. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin rüzgâr esmesini dua etmek için vesile bilmesi, güneş ve ay tutulmalarında namaz kılmayı emretmesi gibi…
Hz. Musa aleyhisselamın şahsında şöyle bir örnek veriliyor:
“Musa, tayin edilen randevu için kavminden yetmiş kişiyi seçmişti. Onları şiddetli bir sarsıntı yakalayınca demişti ki: “Rabbim! Dileseydin bundan önce bunları da beni de helak ederdin. İçimizdeki sefihlerin/kıt akıllıların yaptığından dolayı bizi helak mı edeceksin? O, senin sınamandan başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırır, dilediğini de hidayet edersin. Sen, bizim velimizsin/dostumuzsun. Bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” (A’râf; 155)
Tefsirlere göre Musa aleyhisselam kavminin altın buzağıya tapmalarından dolayı af dilemeleri, dua ve niyazda bulunmaları için, seçtiği yetmiş kişiyle birlikte Tûr-i Sînâ’ya gittiği zaman şiddetli bir deprem oluyor. Hz. Musa dua ve niyaz ederek Allah’ın rahmetine sığınıyor. Devamındaki ayet-i kerimede Rabbimiz:
“…Allah buyurdu ki: Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” Buyuruyor.
Kısacası her şey Allah-u Teâlâ’nın ilmi ve takdiri ile oluyor. Ama bundan ötesini bilemiyoruz. Sadece her şey gibi bunun da imtihan olduğuna ve bu imtihanda iyi işler yapanların mükafatının zayi olmayacağına iman ediyoruz.
Bize düşen geçirdiğimiz bu büyük veya küçük imtihanlarda Allah’ın bizden istediği, razı olacağı şekilde iyilik yapmak, ders ve ibret almak, Allah’a sığınmak ve yardımını istemektir. Dünyadaki her şey imtihandır ve imtihana çekilen de bizim kulluktaki samimiyetimizdir.